Son üç yazıya konu olan soruda yer alan ve soru sahibinin atıfta bulunduğu kişi (veya kişiler) tarafından ileri sürülen iddia üzerinde duracağım bugün. Bu iddiayı önemsememin sebebi, bilgi eksikliğinden kaynaklanan önemli tesbit hatalarına yol açması ve kendisine zihinlerde yer edinebilmesidir.
Hatırlanacağı gibi soruda “Eğer oruç keffareti fetvasını veren alimler, ilgili rivayetin Ahmed b. Hanbel‘in el-Müsned‘indeki varyantını görmüş olsalardı öyle fetva vermezlerdi” tarzında bir tesbit nakledilmişti.
Hadis tarihi ve Hadis-Fıkıh ilişkisi konusunda az-buçuk mürekkep yalamış olan hemen herkes bilir ki, Fıkıh‘ta içtihad mertebesine ulaşmış olan alimler, ahkâm hadisleri sahasında otoriteleri müsellem olan kimselerdir. Ahkâmın temelde 500 hadise dayandığı tesbitini dayanak alarak konuşacak olursak; İmam Mâlik‘in el-Muvatta‘ı, İmam Ebû Yusuf‘un Kitâbu’l-Âsâr‘ı ve diğer eserleri, İmam Muhammed‘in Kitâbu’l-Âsâr‘ı, el-Muvatta ve el-Hücce‘si, İmam eş-Şâfi’î‘nin el-Ümm ve el-Müsned‘i gibi eserler Müçtehid İmamlar‘a gizli kalmış herhangi bir ahkâm hadisinden söz etmenin o kadar kolay olmadığının belgeleri olarak önümüzde durmaktadır.
Müçtehid İmamlar‘ın Müçtehid İmamlar‘ın elinde, merfu rivayetler kadar mevkuf (senedi sahabî ravide biten) ve maktu (senedi tabiî ravide biten) rivayetlerin, Sahabe ve Tabiun fetvalarının da bulunduğu gerçeğine rağmen onların yaşadığı dönemde bir yerlerde gizli-kapaklı kalmış bazı rivayetlerin bulunabileceği ihtimali –sadece bir “ihtimal” dahi olsa– ciddi biçimde değerlendirilmelidir.
Hatta bu ihtimali kendimiz somut örneklerle destekleyebiliriz: Mesela biliyoruz ki İmam Ebû Yusuf, İmam Ebû Hanîfe‘nin, aksini ifade eden rivayet kendisine ulaşmadığı için vakfın satılabileceği görüşünü benimsediğini söylemiştir. Bu örnek bize, İmam Ebû Hanîfe gibi bir müçtehide bile kimi hadislerin ulaşmamış, gizli kalmış olabileceğini açık biçimde göstermektedir.
Ancak sadedinde bulunduğumuz mesele hakkında bu ve benzeri örnekler üzerinden sonuca gidilmesini engelleyen önemli bir husus var: Mezhepler, hoca-talebe ilişkisinin kesintisiz ve kurumsal biçimde devam ettiği, hatta daha da ileriye giderek söyleyelim, “bu ilişki üzerine oturan” kurumlardır. Dikkatinizi çekerim, burada mezhebin kendi içinde olduğu gibi, mezhepler arasında da varlığını sürdürmüş olan hem dikey, hem de çapraz bir ilişkiler ağından söz ediyoruz. İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik‘in defalarca görüşmeleri, İmam eş-Şâfi’î‘nin hem İmam Mâlik‘e, hem de İmam Muhammed‘e talebelik etmesi, İmam Ahmed‘in İmam eş-Şâfi’î‘yi üstad edinmesi herkesin bildiği harc-ı alem malumat cümlesindendir.
Aynı netlikle malumumuz olan bir diğer husus da, her seviyeden ulema marifetiyle her mezhebin kendi içindeki istidrak ve intika faaliyetinin kesintisiz biçimde sürmüş olduğudur.
Bu yoğun ve kesintisiz faaliyetlerin varlığı ortadayken ve Ebû Hanîfe‘lerin fevt ettiğini yakalayan Ebû Yusuf‘ların mevcudiyeti biliniyorken “falanca rivayeti ulema bilmiyordu” demenin ancak tahsil ile edinilebilecek bir cehaletin hasılası olduğunu söylemek hiç de abartı sayılmamalıdır. (Devam edecek)
Milli Gazete – 1 Kasım 2003