23 Nisan tatilini fırsat bilerek ve arkasına da iki gün ekleyerek geçen hafta Amasya’nın Taşova’sına sıla-i rahim maksadıyla kısa bir ziyaret yaptık. Rutin “gel-git”ler dışında oradaki öğretmen arkadaşlardan bir kısmının iştirakiyle yaptığımız sohbet toplantısı, anılmaya değer tek faaliyet oldu.
Sohbet esnasında söz döndü dolaştı “okuma” konusuna geldi. Katılımcılardan birinin, kendisini de dışarıda tutmadan “Buradakilerden pek çoğu yılda bir tek kitap bile okuyup bitiremiyor…” tarzındaki itirafına kadar her şey normal gidiyordu. Ancak bütün gece beynimde dönüp duran bu sözü duyduktan sonra bin an donakaldım. Ne söyleyeceğimi şaşırdım. Karşımdaki kitlenin istisnasız tamamı öğretmenlerden oluşuyordu ve biri hariç yaş ortalamaları sanırım 30’u bulmuyordu…
Bu “arıza”yı neye bağlamalı? Bir ilçede görev yapıyor olmalarına mı, bilgiye doymuşluğa mı, zamansızlığa mı, tembelliğe mi, maddî yetersizliklere ya da geçici gündemlere boğulmuşluğa mı?..
Bir an gerilere, epey gerilere gittim. Bizim geçmişimizde toplumun önemlice bir kesimi “okuma” faaliyetinin uzağında değilse, içinde de değildi. Ama bu durum herhangi bir “arıza”ya yol açmıyordu. Toplumun belli ve sayıca az bir kesimi “ilim” peşindeydi. Onlar tarafından en yüksek seviyede ve kesintisiz biçimde gerçekleştirilen ilmî faaliyet neticesinde geniş toplum kesimlerine ancak ihtiyaç kadar bilgi aktarımı yapılıyordu. O da “rafine edilmiş” bilgiydi.
Bence işin burası son derece önemli. Her türlü bilgiyi her seviyeden insanın “kullanımına” açık hale getirmek en başta bilginin kendisinden bekleneni gerçekleştirmesine engeldir. Böyle olduğu içindir ki, bizim geçmişimizde “kimi okuyalım, ne okuyalım” türünden sorular sorulmuş değildir. Bu her şeyden önce bir “sistem” işi…
Günümüzde birey, “bilgi toplumu”nu oluşturma gerekçesiyle biteviye okumaya teşvik edildiği halde –kimin neyi okuması gerektiğine karar verecek ve “bilgi” adına dolaşımda bulunan “malzeme”yi denetleyecek bir mekanizma bulunmadığı için– kafa karışıklığının önüne bir türlü geçilemiyor.
Bu söylenenlere, bizim “bilgi” anlayışımızın farklılığını da eklemeli. Bizde “bilgi” bir “emanet”tir ve asla onu taşıyamayacak olanların eline bırakılmamalıdır. Onunla ancak, hayatını ona “vakfeden” insanlar iştigal edince maksat hasıl olur. Aksi halde ortaya, herkesi her şeyi bilmekle yükümlü kılmak gibi kabul edilemez bir durumun çıkmasının kaçınılmazlığı bir yana, bilginin “işlevselliği” konusunda da bugün yaşadığımız türden sıkıntılar baş gösterir…
Ancak bu “ideal” duruma ulaşmak için de, olabildiğince çok insanın okuma işiyle haşır-neşir olması gerekiyor. Yani az sayıda “ilim adamı” yetiştirmek için çok sayıda insanın okuması… Paradoks gibi görünen bu durum, tamamen yaşadığımız “arızî” dönemle ilgili…
Milli Gazete – 29 Nisan 2003