Bundan bir süre önce İstanbul’dan arayan bir okuyucum, “İslam ve Modern Çağ”da (II, 163) geçen bir ifademe takıldığını ve kimi kasdettiğimi sordu. Ben kimi kasdettiğimi söyleyince de aramızda tatlı-sert bir konuşma başladı. Cep telefonumun şarjı bittiği için yarıda kalan konuşmamız esnasında muhatabım, “İslam’da müdârât” yok mudur?” dedi ve birkaç örnek zikretti. Ben de İslam’da elbette müdârât olduğunu, ancak takıldığı ifademin öznesinin yaptığı işin müdârât sayılamayacağını ve verdiği örneklerin buna uymadığını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Ancak konuşmamız yarıda kesildiği için bir yere varamadık tabii…
Anlaşılan o ki, bu “müdârât” meselesi o kardeşimin mensup olduğu çevrede, haklı eleştirilere konu olan faaliyetlerine “giydirilen” İslamî kılıflar meyanında epey önemli bir yer tutuyor.
Sizi daha fazla merakta bırakmadan konuyu açıklığa kavuşturayım.
“Müdârât”, cahile bilmediğini öğretmek, fasıkı fıskından vaz geçirmek veya şerrinden endişe edilen kimsenin şerrini savuşturmak gibi meşru bir maksadı gerçekleştirmek için muhataba yumuşak muamelede bulunmak, güler yüz göstermek; bunu yaparken de “müdâhane” sınırına girmemeye azami dikkat göstermektir.
“Müdâhane” ise dalkavukluk, menfaat beklediği bir kimseyi yüzüne karşı övmek, içi başka dışı başka olmak… gibi anlamlara gelen bir kelimedir.
Ulema tarafından müdârât “mü’minin ahlakı” olarak tavsif edilirken müdâhanenin haram olduğuna dikkat çekildiğini de ekleyelim.
Adı geçen kitabımda yer alan paragrafa gelince, şöyle:
“Dinlerarası diyalogu yaldızlı ambalajlarla halka takdim ederken Papa’ya temenna çekmeyi de ihmal etmeyenlerin durumunu hangi kelimenin daha iyi ifade edeceğini sizlerin kararına bırakıyorum.”
Meşhur Vatikan ziyareti esnasında söylenen sözlerin müdârât kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini tesbit etmek için hafızamızı şöyle bir tazeleyelim:
“Yoğun gündeminizde bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşettiğiniz için zat-ı alilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız. (…)
“Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik. İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. (…) Müslüman dünyası, İslam’ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkanını bağrına basacaktır. (…)
“Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir. (…)
“Yine müsamahanıza sığınarak, bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için üstlenmek istediğimiz birkaç teklifte bulunmayı arzu ediyoruz…”
(Burada geçen “misyon”un ne anlama geldiği, bizzat Kilise metinlerinde açıklanmıştır. Bkz. “İslam ve Modern Çağ”, II, 160 vd.)
Eğer bu tavır “müdârât” ise, ya bu kelimeye mahiyetini veren rivayetlerde ve onlardan hareketle oluşturulan tariflerde vahim bir hata var, ya da bizim muhakememiz ters-yüz olmuş durumda demektir.
Acaba müdârâta örnek olarak zikredilen olayların hangisinde (örnek olarak bkz. el-Buhârî, “Edeb”, 82) müslümanın, başkalarının hoşgörüsüne “sığınarak”, yine o “başkaları” tarafından başlatılıp yürütülen ve dinî, siyasî, kültürel… pek çok karanlık maksada matuf bulunduğu şüphe götürmeyen bir faaliyete payandalık anlamına gelebilecek bir tavır vardır?
İlgili rivayetlerden, muhataba güler yüz göstererek kalbini kazanmak ve bu suretle işlemekte bulunduğu münkeri veya içinde bulunduğu olumsuzluğu ortadan kaldırmayı amaçlamak dışında başka bir anlam vehmetmek, sonra da bu vehmi, yukarıda örneğini gördüğümüz tavrın meşruiyetine gerekçe yapmak, “hermenötik çarpıtma”ya mükemmel bir örnek teşkil ediyor…
Herhangi bir cemaate karşı, tavır ve tarz farklılıklarını abartarak hayat-memat meselesi haline getiren ve buradan “onmaz bir ihtilaf” çıkaran anlayışları hiçbir zaman onaylamadım. Müslümanlar arasında ülfet ve muhabbet ortamı tesisinin zaruretini ve hayatiyetini her zaman ve her vesileyle vurgulamış birisi olarak, hatırlatma ve ikaz maksatlı tenkitler karşısında “bizi çekemeyenler karalama kampanyası yapıyor” türünden klasik savunmalara geçilmesini “ciddiyetsiz” buluyorum. Dahası, aidiyetlerin, başkalarının yanlışlarının tenkidi üzerine bina edilmesini de en az bunun kadar tehlikeli bulduğumu açıkça söylüyorum.
Dinlerarası diyalog meselesinde benim hassasiyetle dikkat çekmek istediğim nokta, İslamî kavram ve kurumların anlam kaymasına uğratılması, içinin boşaltılması veya sübjektivitelere kurban edilmesi anlamına gelecek tavırların öncelikle bizzat İslam’a zarar verdiği gerçeğidir. Bunun, bütün cemaat politika ve değerlerinin ötesinde ve üstünde ele alınması gereken en temel bir mesele olduğunu söylerken inandırıcı olmak için uzaydan mı gelmek gerekiyor?..
Milli Gazete – 17 Şubat 2005