70’li ve 80’li yılların, bu coğrafyanın İslam’la irtibatını yeniden keşif “macerasında” önemli bir yeri vardır. Bu, kimi artıları yanında, telafisi hayli zor bir “savrulma”yı da beraberinde getirmiştir. Keskin bir “redd-i miras” anlamına gelen Cumhuriyet’le birlikte kendi köklerimizle irtibatımızın kesildiği bir vaka. Ama bütün sorumluluğu Kemalist ideolojiye yükleyip hedef saptırmanın da bir anlamı yok. Tercüme furyasının son derece kontrolsüz biçimde alıp başını gittiği o dönemlerde bu toprakların müktesebatının Risale-i Nur’dan ibaret olduğu gibi bir kanaatin oluşmasına kimler vesile olmuşsa, büyük sorumluluk da onlara aittir. Risale-i Nur’la ilgili olumsuz bir göndermede bulunmaktan ziyade, bu tespit, ilim mirasımıza miyop bakıştan şikâyet olarak anlaşılmalıdır.
O dönemden itibaren Müslümanların birliğine, “yeniden uyanışına” (tırnak içindeki bu ifadeyi ihtiyatlı kullanıyorum) yaptığı vurgular, tasavvuftan renkler taşıyan felsefî tespitleri, şiiri, ruhî ve manevî tonlamaları… Muhammed İkbal’i bizim algı dünyamızda bu topraklarda doğup büyümüş ilim adamı ve mütefekkirlerin de önüne geçirmişti.
Benzeri bir imaj, bilhassa ilmî çevrelerde Muhammed Abduh üzerinde oluşmuştu. İslam’ın yeniden anlaşılması, Kur’an’ın “asrın idrakine söyletilmesi”, ümmetin birliği… gibi meseleler, bir de mezhep konusuna bakışı üzerinden dünyamıza sokulmuştu o da…
Muhammed İkbal’in niçin “sir” olarak anıldığı üzerinde yeterince kafa yorduğumuz söylenemez. İngilizlerin Hindistan’ı işgali konusuyla İkbal’in “sir”liği arasında bir ilişki olabilir miydi?
Yahut ümmetin birliğini müdafaa adına, yeni bir İslam dünyası adına yıkmadık kâşane bırakmayan “müçtehit” Muhammed Abduh bu meseleye nasıl bakmıştı?
Hindistan’ı işgal eden İngiltere kanunlarının diğer milletlere göre İslam’a daha yakın olduğunu söyleyen Abduh, Müslümanların, işgalci İngilizlerin hâkimiyetinde ve onların kanununu tatbik etmek üzere görev almasının caiz olduğunu söyler.1 Her ne kadar burada Müslümanların maslahatı üzerinden hareket ediyor ve Müslümanlar böyle yapmadığı için diğer milletlerden geri kalmışlardır diyorsa da, “İslam’ın yenileyicisi” olarak oradaki işgale direnmenin fıkhını yazmak yerine, onlardan görev almayı tecviz etmesi elbette düşündürücüdür.
İkbal’e gelince, onun da bir reformist olarak yolu bu noktada Abduh’la kesişmiştir. Hatta o, işi daha da ileri götürerek şunları söyler: “İngiliz İmparatorluğu’nu dünyadaki en büyük Müslüman imparatorluk yapan şey, koruduğu Müslümanların sayısının çokluğu değil, bu imparatorluğun sahip olduğu ruhtur. (…) İngiliz İmparatorluğu’nun insanlığın siyasi evrimindeki uygarlaştırıcı bir faktör olarak kalıcılığı, bizim en büyük çıkarlarımızdan biridir. Bu geniş imparatorluk, bizim siyasi idealimizin bir yönünü yavaş yavaş harekete geçirdiği için bizim tam sempatimizi ve saygımızı hak ediyor.”2
Yorumu size bırakıyorum.
1Muhammed Abduh, Tefsîru’l-Menâr, VI, 409.
2Muhammed İkbal, İslam Düşüncesi, 77-8.
Milli Gazete – 16 Mart 2013