Modern bir toplum haline gelmiş bulunmak, hayatı modern değerler etrafında şekillendiriyor olmak nasıl bir şeydir? Buna sevinmek mi, hayıflanmak mı gerekir? Modern hayat tarzının bize “bahşettiği büyük nimetlerden” mi, yoksa “yüklediği ağır maliyetlerden” mi bahsetmek daha doğrudur?
Geçtiğimiz hafta içinde basına yansıyan bir istatistik kelimenin tam anlamıyla “ürküntü verici” idi. Türkiye’de cinayet, ırza tecavüz, hırsızlık… gibi suçların artık “4 saatte bir, 6 saatte bir” gibi zaman aralıklarında tekrarlanıyor olması, içki ve uyuşturucu kullanımı gibi “felakete götürücü” alışkanlıkların İlköğretim okullarına kadar inmiş bulunması, boşanma oranlarındaki büyük artış, sokaklara terk edilmiş ve her biri gelecek için çok yönlü problemlerin kaynağı olacak çocuklar… vb. problemin sadece “görünen”, yani istatistiklere yansıyan yüzünü oluşturuyor ve tablo bu haliyle yeterince “korkunç”! Konunun bir de “görünmeyen” yüzü var ki, orada en az “görünen yüz” kadar ürküntü verici bir çürümüşlüğün derinden derine seyretmekte olduğunu fark etmek için çok özel yeteneklere sahip olmak gerekmiyor…
Bütün bunların temelinde, medyanın bir kesiminin, binbir metotla köküne kibrit suyu dökmeye azmettiği “aile” kurumundaki çözülmenin yattığı tartışma götürmez bir gerçek. Ekranlardan “kadın programları” adı altında akan rezaletten, son yıllarda sayılarının artmasına sanki özel bir önem verilen saçma sapan dizilere kadar pek çok yapım doğrudan ailenin tahribi görevini üstlenmiş durumda. Toplumun temelini teşkil eden bu hayatî kurumun maruz kaldığı operasyonel durum, sonuçta ürküntü verici istatistikler olarak karşımıza çıkıyor; toplum olarak hızla tükeniyoruz. Modernleşmenin ne anlama geldiğini, sadece buradan bile hayli çarpıcı biçimde gözlemleyebiliriz.
“Osmanlı ailesi dediğimiz, yani iki-üç kuşağın bir arada yaşadığı, akrabalık, sülale ilişkilerine önem veren ve bulunduğu mahalle içinde var olan aile tipine çok dikkat edilmesi gerekmektedir. Bu özellik bütün Osmanlılar için geçerlidir. Onun için bir Osmanlı ailesinden bahsediyoruz ve bu aile tipinin kendine has iletişim ve hitap biçimleri vardır. Bu sokağa da akseder. Türkiye’de hangi dinden olursa olsun yaşlılara, insanlar “teyze” diye hitap eder; “amca” diye hitap eder, “kardeşim” diye hitap eder. (…)
“Biz aileyi muhafazakâr bir kurum olarak görüyoruz ve öyledir. Aile siyasî rejimlere de pek kulak asmaz, kendi bildiğiyle gider. Vakıa son asrın ekonomik gelişmeleri onda dramatik değişmeleri de yaratmamış denemez. Ama insanlar halen bazen geriye bakıyorlarsa, gittiğimiz yolda en doğruyu mu yapıyoruz diye sormamız gerekir. Sosyal mühendislik ve aile bağdaşmayan iki unsurdur. Bunun böyle olduğunu gelişen olaylar da göstermektedir.” (İlber Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, 44)
İlber hoca tam 12’den vuruyor. Tepeden inme yöntemlerle bu toplumun istikametini değiştirmeye çalışmak, onun genetik yapısıyla oynamak anlamına geliyor. Sonuçta, gayrimüslimlerle bile bir arada yaşama konusunda belli bir bilinç geliştirmesini bilmiş bir toplumdan, neredeyse hücrelerine kadar bölünüp parçalanmaya amade, kendisine, toplumuna ve özdeğerlerine yabancılaş-tırıl-mış birbirine düşman bireylerden oluşan, binbir türlü problemle uğraşmaktan kendi gerçeğini fark edemeyen “hastalıklı” bir toplum üretmiş oluyorsunuz.
Evet, nüfusumuz hızla şehirlere taşınıyor, geniş yollar, yüksek binalar yapıyoruz, son teknoloji mahsulü bir sürü araç-gerecimiz var… Bütün bunlar tamam.
Peki ya insanımız? Bu arada ona ne oldu dersiniz?…
Milli Gazete – 9 Aralık 2006