İslam Dünyası’nın içinden geçmekte olduğu sürecin soğukkanlı ve gerçekçi tahlillere ihtiyaçgösterdiği açık. Bu dünyayı oluşturan unsurların farklı siyasî, sosyal, kültürel… realiteler içermesi dolayısıyla, söz konusu tahlilleri İslam Dünyası’nı oluşturan her bir unsur üzerinde müstakil olarak yapmak gerekir. Bunun bir gazete köşe yazısına sıkıştırılamayacağını ise ayrıca belirtmeye gerek yok…
Şurası kesin: Her şey çok hızlı gelişiyor. Bu da olaylar ve süreçler hakkında nihai şeyler söylemeyi imkân dışı bırakıyor. Bu sebeple İslam Dünyası’nda oluşan ve bugünlerde dikkatleri Libya üzerine çeken süreç üzerinde kesin hüküm bildiren cümleler kurmak çok zor… Bu halk hareketleri kitlelerin “kendi iradesi”yle mi oluştu? Eğer böyleyse sonu nereye varacak? Halkları yönlendiren bir “dış irade” söz konusuysa hedeflediği nedir?
Son tahlilde halkların özgürlük, refah, eşitlik… gibi taleplerle hareket ettiği açık. Bunun sonucunda elde edilecek olanın ne olduğu konusunda ise “temenniler/beklentiler” dışında altı çizilmesi gereken bir nokta var: Meseleye Müslümanlar açısından bakıldığında, en iyimser söylemle elde edilecek olanın özgürlük, refah, eşitlik… ten başkası olmayacağını söyleyebiliriz.
“Model ülke” Türkiye üzerinden gidecek olursak, son çeyrek yüzyılda İslamî hassasiyet sahibi kitlelerin sadece siyasî alanda değil, ekonomik ve sosyal alanda da güçlü bir “var olma iradesi” gösterdiğini ve AKP ile birlikte bunu Türkiye’nin dominant özelliği olarak kesinleştirdiğini söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.
Bununla birlikte bu kitlelerin, neyi “elde ettikleri” ve neyi “elden çıkardıkları” konusunda ciddi bir muhasebe yaptığını söylemek kolay değil. Güce ve iktidara talip olmak, gücün ve iktidarın “dönüştürücü etkisi”ne maruz kalmakla aynı anlama geliyor. Buna bir de modernitenin dönüştürücü etkisini eklediğimizde ortaya çıkan manzara gerçekten şayan-ı ibrettir.
- ve 20. yüzyıllarda Müslümanlar, iktidarı ve gücü elinde bulunduran profan bir moderniteyle karşı karşıya kaldılar. Mağdur/maruz konumundan kurtulmak için modernleşmiş Müslüman aydınların, okur-yazarların bulduğu formül, vakıanın “profan” kısmını atarak “modern” kısmını almak tarzında oldu. Ancak bu ayrıştırmanın o kadar kolay olmadığı, “modern” olanın aynı zamanda “profan” karakter taşıdığı, bunun dindarlar bakımından anlamının ise “dindarlığın dönüşümü” anlamına geleceğini görmek için bir-iki yüzyıl beklemek gerekecekti.
Geldiğimiz noktada “İslamî kesim”in “elde ettikleri”ne mukabil “elden çıkardıkları”nın neler olduğu bağlamında, artık iyice “kamusallaşmış” bulunan “muhalif” tavır üzerinde durmak öğretici olacaktır. İslam’ı, onun kaynaklarını, tarihsel tecrübesini, hayata vaziyet ediş tarzını artık profan kitleler değil, bizzat Müslüman aydınlar/entelektüeller tartışma konusu yapıyor!
İslamî akademik çevrelerden başlayarak geniş kitlelere doğru Din’in değişime açık yönlerinden, ahkâmın esnekliğinden, maslahat fıkhından… bu kadar yoğun bir şekilde bahsedilmeye başlaması, İslam’ın modern/çağdaş değerlerle çatışmadığı görüşünün bu kadar yaygın biçimde dile getiriliyor oluşu modernliğin dönüştürücü etkisinin tezahüründen başka bir şey değil.
Bu hiç şüphesiz bir imtihandır. Müslümanlar modern zamanların başlarında güç ve iktidarı kaybetmekle imtihan edildiler. Bu süreçte kabahatin, seleflerinden tevarüs ettikleri Din anlayışında olduğunu söyleyerek sorumluluktan kurtulmayı tercih edenler oldu. Şimdi ise güç ve iktidarla imtihan ediliyorlar ve dönüşümü derinden yaşayanların sayısı hızla artıyor…
Türkiye “model” ülkeyse İslam Dünyası’nda yaşanan sürecin sonunun nereye varacağını konuşurken bunların bir kenara not edilmesinde fayda var…
Milli Gazete – 4 Nisan 2011