Abdullah b. Mes’ûd (r.a)’ın, “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yol üzere iseniz, sapmış kimse size zarar veremez” mealindeki 5/el-Mâide, 105 ayetinin tefsiri sadedinde ifadeye koyduğu son derece calib-i dikkat tesbiti nakletmeyi bugüne bırakarak bir önceki yazıyı noktalamıştım.
Mezkûr sözünün devamında şöyle diyor büyük sahabî: “Sizin kalpleriniz bir, arzu ve hedefleriniz aynı olduğu sürece, parça parça bölünüp de, bir kısmınız diğerinin başına gelen bela ve sıkıntıdan zevk alır hale gelmedikçe birbirinize emr-i ma’ruf ve nehy-i münker yapın. Kalpleriniz dağılıp da hedef ve arzularınız farklılaşınca, parça parça olup da, bir kısmınız diğerinin başına gelen bela ve sıkıntıdan zevk alır hale geldiğinde de emr-i ma’ruf ve nehy-i münker yapın (ama faydası olmaz). işte bu ayetin tevili (anlattığı durum) budur.”[1]et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân, V, 94; el-Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, X, 92.
Şimdi başımızı iki elimizin arasına alıp, vicdan ve kalbimizi de şahit tutarak, yaşadığımız durumun İbn Mes’ûd(r.a)’ın dikkat çektiği durum olup olmadığını düşünelim. “Bizden” olmayanların başına gelen herhangi bir sıkıntı ve imtihan karşısında ilk tepkimiz ne oluyor? “İyi oldu, ikaz ediyor, “yanlış yapıyorsunuz” diyorduk da, inatla bildiklerini okumaya devam ediyorlardı. Şimdi burunları sürtsün bakalım” mı diyoruz, yoksa “Rabbimiz! Kardeşlerimize karşı içimizde kin bırakma” diyerek, kardeşlerimizin başına gelenlerden dolayı içimizden bir şeyler koparak, onlar adına da, kendimiz için de istiğfar ediyor, Rabbimize yalvararak bize rüşdümüzü ilham etmesini, ayaklarımızı kaydırmamasını mı diliyoruz?
Abdullah b. Mes’ûd (r.a)’ın bu söyledikleri, “kendiliğinden söylenmiş” şeyler olamaz. Bu sözler, Hadis Usulü’nde “hükmen merfu” denen kategoriye girer ki, akıl yürütme ve içtihadla bilinmesi mümkün olmayan, ancak Efendimiz (s.a.v)’den işitmekle bilinebilecek olan hususları sahabînin Efendimiz (s.a.v)’e isnad ve izafe etmeden aktarması demektir.
Anadolu Gençlik Derneği İstanbul Şubesi’nin organize ettiği III. Uluslararası Asr-ı Saadet Sempozyumu’nda yapılan konuşmalar, sunulan tebliğler hep bu hayatî noktayı işaret ediyor.
Bizler iman etmedikçe cennete girilemeyeceğini çok iyi biliyor ve gereğini yapmaya çalışıyoruz da (yoksa yanılıyor muyum?), birbirimizi sevmedikçe iman etmiş olmayacağımız gerçeğini nedense hep atlıyor, daha doğrusu görmezden, bilmezden geliyoruz.
Bu bize modern çağın armağanlarından biri. Abdullah b. Mes’ûd (r.a) bu durumu ahir zaman ile doğrudan irtibatlamamış. Ama bu durumu fiilen yaşayanlar olarak biz bunun bir “ahir zaman durumu” olduğunu yakından biliyor ve idrak ediyoruz.
İşte size “modernite”nin bir “ahir zaman durumu” olduğunun en açık delili!
Sempozyum tebliğlerinde dile getirilen hususlardan özet halinde önümüzdeki yazılarda bahsetmeye çalışacağım.
Bu son derece önemli meseleyi gelenek haline getirdiği Asr-ı Saadet sempozyumlarının üçüncüsü meyanında göndem eden AGD’ye, İstanbul şubesine, emek ve katkı veren herkese kocaman bir teşekkür…
Milli Gazete – 22 Nisan 2007
Kaynakça/Dipnot
↑1 | et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân, V, 94; el-Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, X, 92. |
---|