Telfik kısaca, herhangi bir konuda birden fazla mezhebin ictihadını, sonuçta ortaya çıkan amel herhangi bir mezhebin ictihadıyla örtüşmeyecek şekilde birleştirmektir.
Telfiki bu şekilde tarif etmemizin sebebi, ifta usulünü ilgilendiren bir husustur ki şudur: Avam bir meselede amel ederken iltizam ettiği mezhebin ictihadlarının dışına çıkabilir mi? “Avamın mezhebi müftisinin mezhebidir” sözü, avamın mezhep iltizamının herhangi bir pratik anlam ifade etmediğini anlatmaktadır. Zira avam hangi görüşün iltizam ettiği mezhebin müfta bih kavli olduğunu zaten bilmez. O, müftisine soracak, müfti de –şayet mukallid ise, ki zamanımız müftileri böyledir– kendi mezhebinin müfta bih kavliyle fetva verecektir. Dolayısıyla avam, müftisinin iltizam ettiği mezhebin kavliyle amel etmiş olacaktır.
Avam bir meselede Hanefî, bir başka meselede Şafiî mezhebine mensup müftilere fetva sorsa ve iki ayrı meselede iki ayrı mezhebin kavliyle amel etmiş olsa bu caiz olur mu?
El-Cevap: Caiz olur. Ve ulemanın men ettiği teflik bu değildir.
Ulemanın men ettiği ve batıl olduğunu söylediği teflik, yazının başında da ifade etmeye çalıştığım gibi, bir tek meselede birkaç mezhebin farklı kavilleriyle aynı anda amel etmektir ki, ortaya çıkan ameli o mezheplerden hiç birisi onaylamaz. Meşhur örnek: Mükellefin vücudunun bir yerinden kan çıkıp akması durumunda Şafiî mezhebine göre abdest bozulmuş sayılmaz. Hanefî mezhebine göre ise abdesti bozulmuştur. Şafiî mezhebini takliden abdestli olduğuna karar veren bu kişi, aynı abdest devam ederken kadına dokunduğu zaman Şafiî mezhebine göre abdesti bozulmuş olacaktır. Hanefî mezhebine göre zaten daha evvelden vücudundan kan çıktığı için abdesti bozulmuştu. Bu defa da Şafiî mezhebine göre abdesti bozulmuş oldu. Dolayısıyla o kişi, her iki mezhebe göre de abdesti bozucu hallerden birini yaşadığı için abdestsizdir. Bu kişi, ilk durumda Şafiî mezhebini taklid ettiği için bu mezhebe göre abdestlidir. İkinci durumda bu mezhebe göre abdesti bozulduğu halde bu defa da Hanefî mezhebine intikal edip abdestli olduğuna hükmedemez. Çünkü zaten ilk durumda Hanefî mezhebine göre abdesti bozulmuştu.
İşte batıl olan teflik budur ve kanaat-i acizeme göre telfike cevaz verdiği söylenen İbnu’l-Hümâm ve öğrencisi İbn Emîri’l-Hac gibi ulemanın kasdettiği de bu telfik değildir.
Telfike cevaz verdiğini bildiğimiz ulema, her mezhebin ruhsat ifade eden kavillerini/ictihadlarını bir araya toplayarak bunlarla amel etmeyi tecviz etmiştir. Onların bu hükmü de Kur’an ve Sünnet’in “kolaylaştırma”yı öngören nasslarına dayanmaktadır.
Elbette kolaylaştırma dinî bir durum/tavırdır ve bunun caiz olmadığını söyleyen kimse de yoktur. Mesele iki noktada toplanıyor:
- Ruhsat nitelikli görüş alınırken, bunun, ait olduğu mezhebin fetvaya esas ictihadı olmasına, şazz veya terk edilmiş bir görüş olmamasına dikkat edilmelidir.
- Esasen avam hangi meselede hangi mezhebin görüşünün ruhsat mahiyetinde olduğunu bilemeyeceği için, bu meselenin dirayet ve vukufiyet sahibi müttaki müftünün kontrolünde olması gerekir.
- Devamlı surette ruhsatlarla amel etmeye çalışmak ve bunu alışkanlık haline getirmek bir süre sonra kişinin dindarlığında gevşemeye yol açacaktır. Hele günümüzde Din’le irtibatın hayli zayıfladığı vakıası ortadayken ruhsatlarla ameli genel geçer bir hüküm haline getirmek son derece sakıncalıdır.
Doğrusu bu meselede her mükellefin kendi özel durumunun dikkate alınmasıdır. Öyle kimseler vardır ki, ruhsatlarla amel etmek dindarlık ve takvalarında herhangi bir çözülmeye/yozlaşmaya yol açmaz. Ama öyle kimseler de vardır ki, kolayını bulsalar temel mükellefiyetlerinden bire “kurtulma”nın yollarına bakarlar!
Dolayısıyla ruhsatlarla amelde hem “fesad-ı zaman” unsuru, hem de mükellefin kendi özel durumu dikkate alınarak davranılmalıdır.
Bu durumla, herhangi bir tekil konuda başka bir mezhebin ictihadını esas alma durumu da birbirine karıştırılmamalıdır. Yolculuk esnasında vakit darlığı ve benzeri sıkıntılar sebebiyle vakit namazını kazaya bırakma durumuyla karşılaşan kimsenin, Şafiî mezhebini taklid ederek cem edilmesi meşru olan vakit namazlarını cem etmesi böyledir.
Milli Gazete – 5 Temmuz 2009