Epey zamandır, iltizam ettiğim e-posta adresime gelen mesajların tümüne cevap verme ilkesine riayet edemiyorum. Okuyucular, pek çok yazardan “yoğunum” karşılığını almaya alışkın olabilirler ve benim son zamanlardaki tavrımı da bu çerçevede –”es geçme” gerekçesi olarak– değerlendirebilirler. Ama o kardeşlerimin, “meşguliyet ve yoğunluk” kelimelerinin benim için sadece birer “bahane” olmadığını bilmelerini isterim. Gerçekten zaman sıkıntısı yaşıyorum…
Bugün, cevabını ertelediğim mesajlardan birini konu edineceğim. Mesaj şöyle:
“… Köşenizi ilgi ile okumaya devam ediyorum. Bu köşede uzun yıllar tarzınızı bozmadan yazmanızı temenni ediyorum. Mezheplerle ilgili fazla bir takıntım yok. Amelde Hanefi’yim, ama diğer üç imamın fetvalarına göre de bazen amel ederim. (Mesela seferilik halinde cem yapma gibi) Buradaki niyetim Allah Resulu (sav) bunları yaptı ise en azından ben de yapayım diye. Ancak son zamanlarda Vehhabilik ile ilgili konular aklıma takıldı. Konuyu araştırmama rağmen itikadi ve ameli konulardaki bilgilere tatmin edici mahiyette ulaşamadım. Vehhabiliği okudukca, Kabe imamlarının da Vehhabi olması hasebiyle, Kabe de imama uyarak namaz kılma konusunda şüphelerim arttı. Hanefi’ye göre imam-ı suğra da aranan şartları iyi bilmeme rağmen, Vehhabiliğin ulaşabildiğim kadarıyle itikadi ve ameli görüşleri ehl-i sünnetin ne kadar içerisinde kalıyor tereddüt ediyorum. Mezheplerin din telakki edilmesine karşı olduğum gibi yok sayılmasına da son derece karşıyım. Bunu mezhep taassupluğu olarak lütfen görmeyin. Bu konu hakkında tavsiye edeceğiniz bir eser veya internet sitesi varsa araştırmalarıma devam edebilirim. Konu hakkında bilgi verirseniz veya kaynak gösterebilirseniz son derece memnun olurum…”
Bu soruya “ehl-i bid’at” imamın arkasında namaz kılmakla ilgili hükmü zikrederek tek cümleyle cevap verebilirdim ve diyebilirdim ki, “Bid’atçinin imameti kerahetle caizdir” diyen ulema kavli doğrultusunda imamın Vehhabi olması, arkasında kılınan namazın sıhhatine mani değildir.
Ancak bu soruda yaygın olarak kullanılan bir kalıp ifade var ki, bu yazının esas konusunu o ifade teşkil ediyor: “Mezheplerin din telakki edilmesi…”
Usul-i Fıkıh dediğimiz ilim dalı için “Dinî ilimlerin temelidir” dense sezadır. (Nitekim bunu diyen Usul alimleri mevcuttur.) Bu ilim dalının mahiyetini kavramadan “mezhebin neliği” üzerinde konuşmak beyhudedir. Hatta sadece “beyhude” değil, yanlış sonuçlara götüreceği için “yanlış”tır.
“Anlama “faaliyetinin temelini oluşturan bu ilim dalı bize, sadece Kur’an ve Sünnet‘in “ahkâm”a ilişkin nasslarının nasıl anlaşılması gerektiği sorusunun cevabını vermekle kalmaz, aynı zamanda “sistemli düşünme” melekesi de kazandırır. Çünkü Fıkıh “Din bilgisi” ise, onu nasıl elde edeceğimizi öğreten ilim dalı olmadan Din hakkında sistemli bilgi edinmek mümkün olmaz.
Bugün yaşadığımız zihnî karmaşanın temelinde işte bu “sistemsizlik” vardır. Söz gelimi herhangi bir konuda Din‘in ne dediğini öğrenmek için bir Kur’an fihristini alıp, ilgili konudaki ayetleri alt alta sıralayarak bir sonuca varmak bugün izlenen en “geçerli/gözde” yöntemdir. Oysa ayetlerin gramatik yapısı, nüzul tarihi, bağlamı, vaz olunduğu mana bakımından, kullanıldığı mana bakımından, manaya delaletinin açıklık/kapalılığı bakımından durumları… gibi temel parametreleri göz ardı ederek alt alta sıraladığımız ayetlerden hareketle bir sonuca varmanın “Ben yaptım, oldu”dan farklı bir manzara tevlit etmeyeceği açıktır.
Elbette bu söylediğim, meselenin sadece bir boyutu. Hakkında nass bulunmayan meselelerde nasıl hareket edileceğinden içtihad ve taklid ahkâmına kadar pek çok konu da Usul ilminin ilgi alanı içindedir.
Herhangi bir Usul-i Fıkıh kitabını, konuların ve ibarelerin içinde kaybolmadan ve temel endişeyi sürekli teyakkuz halinde tutarak kavramadan “mezhep” olgusunun künhüne vakıf olmak mümkün değildir.
Şu halde bu konu hakkında merakı olanların sadece Fıkıh/Mezhepler Tarihi ile ilgili kitapları okuması yeterli değildir. Behemehal Usul sahasına da girilmeli ve ehil bir hocadan bu sahayla ilgili kitaplar tahsil edilmelidir.
Mezhep–Din ilişkisi ancak böyle bir tahsil sonucunda sağlıklı bir şekilde kavranabilir.
İslam’ın modernizasyonu sürecinin, “mezhep hassasiyetinin tasfiyesi” ile başlamış olması tesadüf değildir ve ancak bu hassasiyet aşındırılabildiği içindir ki, “yeni Din telakkileri” ortalıkta arz-ı endam etmeye başlamıştır.
İşin ilginç yanı, bahse konu tasfiyenin yeni bir Usul ihdası ile değil, “Usul‘ün gereksizliği” anlayışının yerleştirilmesi suretiyle yapılmış olmasıdır. Bunun da birkaç sloganik söylem ile başarıldığını ayrıca belirtmeye lüzum yok. Yaşanan tereddi, “düzeltilmesi gereken” değil, “esas alınması gereken” bir durum olarak mevcudiyetini muhafaza ediyor.
Bunun ne denli korkunç bir durum olduğunu tasavvur edebiliyor musunuz?
Milli Gazete – 31 Mart 2005