Mehmed Arif (1845-1897), görevi icabı İslam dünyasının ve Avrupa’nın muhtelif yerlerinde bulunmuş ve döneminde hem Doğu’yu, hem de Batı’yı yakından müşahede imkânı elde etmiş bir devlet adamı. Dr. İbrahim Hatiboğlu tarafından Osmanlı‘nın 8. cildinde tanıtılan Bin Bir Hadis-i Şerif Şerhi adlı çalışmasında, döneminde Osmanlı devleti ve Mısır gibi bazı İslam ülkelerinin içinde bulunduğu durumu resmetmiş, çözüm yolları önermiştir. Bunu, mezkûr eserinde yapmış olması da, şerhine ayrı bir özellik kazandırıyor.
Problemi temelinden ele alan Mehmed Arif, medrese talebelerinin, tatil dönemlerinde çeşitli yerlere dağılarak cercilik yapmasının yanlışlığına dikkat çekmekte ve talebelerin kişilik gelişmesi üzerinde bu uygulamanın son derece olumsuz etkiler yaptığını vurgulamaktadır. Esas itibariyle talebelerin, tatil dönemi olan Receb, Şaban ve Ramazan aylarında çeşitli vilayetlere dağılarak hem kendilerini geliştirmeleri, hem de halkın irşadıyla ilgilenmeleri amacına yönelik olarak başlamış bulunan bu uygulamanın, zamanla zekât ve sadaka toplama faaliyetine dönüşmüş olması, gerçekten de geleceğin ilim adamı namzedi olan talebelerin ruhî ve ilmî kişiliğinin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden birisini oluşturmuştur.
Bu durumun günümüzde de pek farklı olduğu ne yazık ki söylenemez. Özellikle bir kısım cemaatlerin sağladığı üç-beş kuruşluk bursla öğrenimini tamamladıktan sonra esas verimli olması gereken dönemlerinde i’mal-i fikirden uzak, bağımsız düşünemeyen ve itiraz edemeyen “evet efendimci” tiplerin türemesinde bu anlayışın gerçekten çok büyük bir payı var…
Mehmed Arif’in bir diğer önemli tesbiti de, medreselerde izlenen müfredat programıyla ilgilidir. Asırlar öncesinin gündemi olmasına rağmen 19. yüzyılda hiçbir zemini/aktüalitesi olmayan bir kısım Kelam bahislerinin talebeye öğretimine devam edilmesinde hiçbir fayda bulunmadığının altını çizen bu tesbitin, medrese bitirdiği halde, orada öğrendiği malumatı “ne yapacağını” bilmeyen, çağı tanımayan ve çağına intibak problemi yaşayan pek çok medrese mezunuyla karşılaşmış birisi olarak günümüzde de aynen –hatta daha fazlasıyla– geçerli olduğunu biliyorum.
Medresede öğrendikleri, kendisine çağdaş bir metni okuma imkânı sağlamayan, çağdaş akımlardan habersiz bir alim adayı, “el-cüz’ ellezî lâ yetecezze” ile “tarihsellik”, “hermenötik”, “modernizm”… gibi kavramlar karşısında elbette bocalayacak, hatta bunalıma düşecektir…
Dönemindeki Tasavvuf erbabı ile Şeriat alimleri arasındaki çekişmelerin önemli bir arıza sebebi olduğunu dile getiren Mehmed Arif, bir yandan da alimlerin, “ru’ât”tan (bildikleriyle amel edenlerden) değil de “ruvât”tan (bildiklerini aktaranlardan) olmasını eleştirmektedir ki, genel olarak bugün de aynı durumun hakim olduğunu maalesef söylemek durumundayız. Adı “İslam alimi”ne çıkmış nice zevatın sadece söyledikleriyle öne çıkması, buna mukabil amelî durumunun pek de nazar-ı itibara alınmaması ve söylediklerinin kişiliğiyle irtibatlı olup olmadığına bakılmaması, günümüzün de aynı fotoğrafı verdiğini gösteriyor. Kur’an tefsiriyle iştigal edenlerin Kur’an ahlakıyla, Hadis ilimleriyle uğraşanların da Hadis ve Sünnet’le pratikte pek de alakadar olmaması günümüzde de ne yazık ki yaygın olarak gözlenen hususlardan…
11 Temmuz 2002 – Milli Gazete