İslam’ın modernizasyonu –ya da “İslam ve değişim“– başlıklı hemen her çalışmada “merkezî” bir yer tutan bir kavram “maslahat“. Öyle ki, Kur’an ve Sünnet‘te yar alan somut hükümlerin “İslam adına” devre dışı bırakılması operasyonları dahi bu kavram üzerinden yürütülüyor.
Özellikle Malikî ve Hanbelîler tarafından kabul edildiğini bildiğimiz “maslahat“ın gerçekten böyle bir gücü var mıdır ve adı anılan mezheplerde ona böyle bir fonksiyon yüklenmiş midir?
Bilinenin tekrarı olsa da –muhterem Hilmi Yavuz‘un yaklaşımı hakkında yazdıklarıma da sıcağı sıcağına bir “tetimme” olsun diye– bu yazıda “maslahat” üzerinde durmanın faydadan hali olmayacağını düşünüyorum.
İslam Dini‘nin insanların mashahatlarını korumak adına beş temel sahanın masuniyetini teminat altına aldığını biliyoruz. Bu gerçek, “zaruriyyat” tabir ettiğimiz dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunmasının en temel maslahat olduğunun ifadesidir.
Fukaha ve Usulcüler, “nass-maslahat ilişkisi” konusunda üç farklı tavır benimsemiştir:
- Nasslarda belirtilen hükümlerin zahiri dışında maslahat aranmayacağını ileri süren ve Kıyas‘ı reddeden Zahirîler.
- Maslahat’ı nasslarda arayan, bir illet veya maksada dayalı olarak vaz’ edilen nassları asıl kabul edip, maslahata bağlı olayları bunlara kıyas edenler. Hanefî ve Şâfi’îler‘in oluşturduğu bu gruba göre herhangi bir maslahatın muteber kabul edilebilmesi için özel bir nassın onayına ihtiyaç vardır. Zira gerçek maslahat ile maslahat gibi göründüğü halde aslında nefsî hevadan başka bir şey olmayan durumların birbirine karıştırılmaması, ancak Şer’î bir delil ile mümkündür. Bu grupta bulunanlar, Kıyas‘ın rüknü olan “illet“e, maslahatın tahakkuk ettiğini gösteren munzabıt bir vasıf olarak itibar eder.
- Kıyas yapılmaya elverişli özel bir nassın bulunmadığı durumlarda bile, yukarıda zikredilen “zaruriyyat“ın kapsamına giren her hususu maslahat olarak kabul edenler. Mâlikî ve Hanbelîler‘in oluşturduğu bu gruba göre özel bir nassın delaleti bulunmaksızın kabul edilen bu tür maslahata “maslahat-ı mürsele” veya “istıslah” denir.
Herhangi bir hususun, özellikle İmam Mâlik tarafından savunulmuş olan “maslahat-ı mürsele” kapsamında telakki edilebilmesi için şu özelliklere sahip olması gerekir:
- Şari’in amaçlarına uygun olmalı ve herhangi bir Şer’î delile (delaleti ve sübutu kat’î bir nassa) aykırı düşmemelidir.
- Selim aklın itiraz etmeyeceği özellikte bulunmalıdır.
- Bu maslahat doğrultusunda verilen hüküm bir güçlüğü ortadan kaldırıcı özellikte bulunmalıdır.
Hanefî ve Şâfi’îler tarafından müstakil bir delil olarak kabul edilmeyip, Kıyas‘a dahil sayılan “maslahat-ı mürsele” hakkında ileri sürülen ve eş-Şâtıbî tarafından zikredilen bu şartlar yakından incelendiğinde, İslam’ın modernizasyonu projesinin savunucularının son derece önemli bazı gerçekleri ya görmezden geldiği veya atladığı görülmektedir.
“Maslahat-ı mürsele“nin, nasslara aykırı düşmemesi ve Şari’in amaçlarına uygunluk arz etmesi gerektiği tesbiti, bizi, nefsî heva ile hüküm verme tehlikesinden koruması bakımından son derece önemlidir.
O halde bu konuda şöyle bir temel tesbit yapmamız gerekecek: Herhangi bir hüküm, delalet ve sübutu kat’î olmayan bir (zannî) bir delile dayanıyorsa, maslahatın da İslam‘ın tanıdığı maslahatlar cinsinden olduğu kesinlik kazanmışsa ancak bu durumda ona itibar edilir ve zannî delile dayalı hüküm yerine maslahat esas alınabilir.
Şimdi soru şu: İslam’ın modernizasyonu uğruna delaleti ve sübutu kat’î nassların onaylamadığı, Şari‘in maksatlarına aykırılık teşkil eden seküler bir yapının benimsenmesi “maslahat” mıdır?
Milli Gazete – 4 Mart 2004