Fransa’daki 3. günüm. Yağmur sürekli tepemizde. Güneş arada bir bulduğu boşluktan istifadeyle hemen yüzünü göstermek istiyor. Ama yağmur bulutları bunu fark etmişçesine derhal kapanıyor ve üstümüze boşalıyor…
İki ayrı program yaptık şu ana kadar. Bugün (Pazar) üçüncüsünü yapacağız inşaallah. Kendi aralarında Türkçe konuşma ısrarında olanlar için bile, Fransızca’nın anadil konumunu elde etmek üzere olduğu bu ülkede tek problem “konuştuğunuzun” anlaşılamama ihtimali değil. “Anlattığınızın” anlaşılmaması ihtimali daha fazla ve asıl tehlikeyi de bu oluşturuyor.
Ancak gerek Fransa’da gerek başka yerlerde insanımızın eni konu bir “aidiyet” sorgulaması yapmaya başladığını görmek gelecek adına umut verici. En azından bir şeylerin gündem edilip konuşulması, birtakım meselelerin açık yüreklilikle dile getirilmesi son derece önemli bir adım…
Bugün “şiir” konuşacağız. “Şiir”in “şiar” ve “şuur”la ilgisinin izini süreceğiz. Burada (Batı’da) yaşayan insanımız için son derece önemli bir imkân şiir. Gerek aidiyetlerimizle irtibatın biricik zemini olan “dil”in inceliklerini yakalama noktasında, gerekse bünyesinde taşıdığı diğer hususiyetler bakımından şiirin önemli bir imkân olduğu tartışılmaz.
Efendimiz (s.a.v)’in Mekke müşrikleriyle mücadelede şiirin imkân ve avantajlarından en ileri boyutlarda yararlandığı vakıası bu gerçeği teyit eden en önemli unsur olarak dikkat çekiyor. Kelimeleri delip geçen oklar gibi Kureyş üzerine yağan Hassân b. Sâbit (r.a)’in bizzat Ruhu’l-Kuds (Cebrail a.s.) tarafından teyit görmesi üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir nokta. Hassân b. Sâbit (r.a)’in Kureyş kibrinin burnunu yere sürten beyitlerinin Bedir’de melekler ordusunun yardım ve teyidine mazhar olan mücahidlerin fiilî cihadından farklı bir yanı yoktu.
Buradan, sözün, yerinde ve gereği gibi söylendiğinde en güçlü silahtan bile daha etkili olduğu, sözün gücünü küçümsemenin hayatî bir hata olacağı sonucuna varmamız gerekiyor.
İslam Dünyası’nın iç içe geçmiş ve birkaç yüzyılın biriktirdiği tortularla katmerli hale gelmiş problemlerini şiirin narin kanatları üzerine yükleyerek işin içinden sıyrılabiliriz demiyorum elbette. Söylemeye çalıştığım şey şu: Problemlerimizin hiç birisi aşılamaz değil. Yeter ki elimizde bulundurduğumuz imkânların farkında olalım ve her bir imkânı yerli yerinde kullanalım.
Lyon’da büyük bir cami yapılıyor Milli Görüş tarafından. Büyük bir ihtiyaç karşılanmış olacak bittiğinde. Bölge Başkanı Erhan Özcan kardeşimle konuşuyoruz. Diğer aciliyetlerimiz için de aynı hassasiyetle gündeme alınıp, aynı fedakârane çalışmalarla üzerine gidilmesi gerektiği noktasında hemfikir olduğumuz anlaşılıyor. Sevindirici bir durum…
Siz bu satırları okurken ben muhtemelen dönüş yolunda olacağım. Her yurt dışı seyahatinde olduğu gibi aklımın bir yarısını, gönlümün bir parçasını burada bırakarak ayrılmış olacağım. Buralardaki insanımızın samimane gayreti, kimliğini ve değerlerini muhafaza hassasiyeti, sadece kendi meseleleriyle uğraşmakla yetinmeyip Ümmet-i Muhammed’in meselelerine de el atma çabası şayan-ı takdir hususlar. Burada doğup büyüdüğü halde Fransızca yanında Türkçe ve Arapça’ya da ileri derecede vakıf gençlerle karşılaşmak, meselelerimizi İslamî ilimler zemininde konuşabileceğimiz yeteneklerin bulunması az şey değil gerçekten.
Ama diyorsunuz, bu gayretler nihai noktada neye yarıyor, hangi değirmene su taşıyor?
Şuna inanıyorum: Sular şimdilik yaban ve yapay mecralarda aksa da, akış devam ettiği sürece birgün asıl mecrasına mutlaka ulaşacak. Görelim Mevla neyler…
Milli Gazete – 18 Ocak 2010