İslam’ın tahriften masun tek din olması, İslam’la beşer ürünü sistem ve ideolojiler arasında kıyaslama, karşılaştırma ya da benzetme yapanların kaçınılmaz olarak yanlışa düşmesine sebep oluyor.
Hristiyanlığın dünya ile ilişkisi –teoride– birey ve topluma ahlakî ilkelere riayeti öğütlemekten öte geçmez. Bu bakımdan toplumun siyasî örgütlenme biçiminin liberal ya da sosyalist bir zemine oturması Hristiyanlık açısından çok fazla bir şeyi değiştirmez.
Yahudilik bağlamında ilk bakışta durum farklı gibi görünse de, münhasıran Yahudiler için var olan bir dinin, Yahudi olmayan toplumların toplumsal siyasal modelinin ne olduğuyla çok da ilgilenmediği açıktır. Yahudiler’in toplumsal bir unsur olarak içinde yaşadıkları –Doğulu olsun Batılı olsun– toplumsal siyasal modellerle herhangi bir problem yaşamamış olması bunun en açık göstergesidir. (Hitler Almanyası örneği bu söylediğime itiraz gerekçesi olamaz. Zira orada problem Yahudiler’in sisteme bakışından değil, sistemin Yahudiler’e bakışından kaynaklanmıştı.)
Önemli ayrıntılara sahip olmakla birlikte burada bu dinlerin ideolojik meydan okumalara karşı tavrı üzerinde duracak değilim. Burada üzerinde durmayı düşündüğüm husus, son örneğini Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın risale hacmindeki çalışmasında ortaya koyduğu yaklaşımda gördüğümüz, “İslam’ı herhangi bir “izm”le eklemleme çabaları.”
Soğuk Savaş döneminde bu çabalar, konjonktür gereği İslam’dan Sosyalizm çıkarmaya matuf idi. Zekât müessesi ve genel olarak infak anlayışı, Hz. Ömer (r.a)’in adaleti, Ebû Zerr (r.a) motifi… İslam’la Sosyalizm arasında çarpıcı paralellikler bulunduğu tezini terviç etmek için alabildiğine kullanılmıştı.
Şimdilerde ise “İslam aslında demokrasidir”, “İslam ile Liberalizm bir elmanın iki yarısıdır”… gibi yaklaşımlar çok moda. Bu tarz “müthiş keşif”leri dillendirenlerin, “İslam’ın reformasyona ihtiyacı yoktur”, “Bu din kaynakları ve tarihsel tecrübesi ile net olarak ortadadır”… gibi şeyler söylemeyi de ihmal etmediği dikkatten kaçmıyor.
Bu bir “Modernist söylem”dir ve başından beri İslam Modernistleri’nin söylemleri aynı zemine oturuyor: “İslam hür teşebbüsten, bireysel özgürlüklerden ve çoğulculuktan yana bir dindir. Tarih içinde şu veya bu sebeple farklı uygulama ve anlayışların ortaya çıkmış olması bu gerçeği değiştirmez. Dolayısıyla bugün de “gerçek İslam”, çağdaş değer yargılarıyla çatışmayan İslam’dır!….”
Batı’da Katolik Kilisesi’nin toplum üzerindeki baskısına itiraz eden ve Katolisizm’in tekelci din anlayışını ortadan kaldıran Protestanlığın da kendisini aynı söylemler üzerinden ifade ettiği gerçeğine şaşırmalı mıyız? Ya da Asr-ı Saadet de dahil olmak üzere tarih içinde İslam adına ortaya konmuş bulunan hiçbir anlayış ve tecrübenin İslam’ın özünü yansıtmadığının büyük bir pervasızlıkla ileri sürülmesine?
Özellikle son çeyrek asır İslam’ın zihinlerde bitirilmesi operasyonlarının, Müslümanlar tarafından “İslamî hassasiyet sahibi” olarak görülen kimse, kesim ve hareketler vasıtasıyla yürütüldüğü zaman dilimi olarak temayüz ediyor. Perde önünde duranların niyet, istikamet ve samimiyetlerinden kuşku duyulmadığı için, geniş hak kesimleri onların diliyle ifade edilen tezlerin doğruluğunu sorgulama gereği de duymuyor.
Belki en önemli nokta, bütün bu operasyonların, birer zihin kodu olarak işlev gören “özgürlük”, “eşitlik”, “çağdaşlık”, “geleneksellik”, “çoğulculuk”, “hoşgörü”… gibi stratejik kavramlar temelinde yapılıyor olması. Kafa konforunun bozulmasını göze alarak bunların kaynağı, meşruiyeti ve “tahrip gücü” konusunda sorgulama yapmayanların büyülenmesi işten değil…
Milli Gazete – 15 Ekim 2007