İmam es-Sübkî’nin konu hakkındaki ifadelerine alıntılamaya devam ediyoruz:
“Bunlar iki mertebedir ki, ilki bürhanla bilinir; ikincisi ise gören gözlere ayandır. Bu iki mertebe arasında yüce Allah’ın fiillerinden oluşan ve O’nun ihtiyarıyla meydana gelen vasıtalar vardır. Bunlardan bir kısmı meydana geldiğinde, bir kısmı ise daha sonra mahlûkatın bir kısmına zahir olur. Yine bunlardan bir kısmı da vardır ki, mahlûkattan herhangi birisine zahir olmasa da, onunla söz konusu mahal için bir kemal hâsıl olur.
Bu da ikiye ayrılır: Yaratıldığında bu mahalle mukarin olan kemal ve daha sonra hâsıl olan kemal. Bunun bilgisi bize ancak haber-i sadık ile gelmiştir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) mahlûkatın en hayırlısıdır; herhangi bir yaratılmış için O’nun kemalinden daha büyük bir kemal ve O’nun mevkiinden daha şerefli bir mevki söz konusu değildir. Bu kemalin, daha Hz. Âdem (A.S.) yaratılmadan önce yüce Allah’ın dilemesiyle Hz. Peygamber (S.A.V.) için hâsıl olduğunu sahih haber vasıtasıyla öğreniyoruz. Allah Teala o vakit Hz. Peygamber (S.A.V.)’e nübüvvet vermiş; daha sonra da O’nun kendilerinden daha mukaddem olduğunu, dolayısıyla kendilerinin de nebisi ve resulü olduğunu bilsinler diye peygamberlerden ve onların ümmetlerinden misaklar almıştır. Bu misaklarda istihlaf (sonra gönderilme) manası da vardır. Bu sebeple ayette geçen ‘le tü’mimünne’ ve ‘le tensurunne’ kelimelerinde ‘yemin lâmı’ (lâmu’l-kasem) yer almıştır. (…)
Bu anlatılanları anladıysan öğrenmiş bulunuyorsun ki Hz. Peygamber (S.A.V.), ‘peygamberlerin peygamberi’dir. Bu sebeple ahirette bütün peygamberler O’nun sancağı altında toplanacaktır. Bu dünyada da öyledir. İsra gecesi onlara imam olup namaz kıldırmıştır. Eğer O, Âdem, Nûh, İbrahîm, Mûsa, İsâ (aleyhimüsselamdan biri) zamanında gelmiş olsaydı onlara da, ümmetlerine de O’na iman ve yardım etmek vacip olurdu. Allah Teala onlardan bu suretle misak almıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber (S.A.V.)’in onlara yönelik nübüvvet ve risaleti, kendisi için hâsıl olmuş bir manadır. Söz konusu nübüvvet ve risaletin semeresi (somut neticesi), onların bir araya gelmesine bağlıdır. Bunun zamanda geriye bırakılmış olması onların mevcudiyetiyle ilgilidir; yoksa Hz. Peygamber (S.A.V.)’in bu sıfatlarla muttasıf olmamasıyla değil. Fiilin varlığının, fiilin mahalli tarafından kabul edilmesine bağlı olmasıyla failin ehliyetine bağlı olması arasında fark vardır. Konumuz bakımından söyleyecek olursak, burada failin ehliyetiyle ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şerefli zatıyla ilgili herhangi bir mesele yoktur. Mesele, (O’na iman ve yardım edecekleri konusunda kendilerinden misak alınan) peygamberlerin yaşadığı zaman dilimi ile ilgilidir. Şayet O, onların yaşadığı zaman diliminde gönderilmiş olsaydı, hiç şüphesiz kendisine ittiba etmeleri vacip olacaktı. Bu sebeple Hz. İsa (A.S.) zatında aziz bir peygamber olduğu halde, ahir zamanda -bazılarının zannettiği gibi bu ümmetin herhangi bir ferdi olarak değil- O’nun şeriatıyla amel eden bir peygamber olarak gelecektir.
Evet, O, ancak Hz. Peygamber (S.A.V.)’e ittiba edecek olması hasebiyle bu ümmetin bir ferdidir; ancak O, doğrudan Kur’an ve Sünnet’le amel ederek Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şeriatıyla hüküm verecektir. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şeriatında mevcut emir olsun, nehiy olsun bütün hükümler ümmetin diğer fertlerine müteveccih olduğu gibi O’na da müteveccihtir. Ancak bu durumda da O aziz bir peygamberdir; bu vasfında herhangi bir noksanlık bulunması söz konusu değildir.
Aynı şekilde Hz. Peygamber (S.A.V.), O’nun zamanında veya Mûsâ, İbrâhîm, Nûh, Âdem peygamberler (hepsine selam olsun) zamanında gönderilmiş olsaydı, o peygamberler ümmetlerine yönelik nübüvvet ve risalet vasfını taşımaya devam ediyor olmakla birlikte Hz. Peygamber (S.A.V.) onlara nebi ve hepsine birden resul olarak gönderilmiş olacaktı.”
Devam edecek.
Milli Gazete – 26 Ocak 2013