ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Arap ve İslam Ülkelerinde Dinî Söylemi Geliştirme Komisyonu adlı bir komisyon teşkil edildiği, bu komisyonun Ortadoğu‘da “yeni bir İslam anlayışı” oluşturulabilmesinin zemini ve hali hazırdaki durum üzerine bir rapor hazırladığı biliniyor.
Bölgeye “ılımlı” (yani Ehl-i Kitap tarafından sakıncasız görülen) bir İslam modelinin benimsetilip yerleştirilebilmesi için, bir önceki yazıda da vurgulamaya çalıştığım gibi iki ayaklı bir proje yürütülmek isteniyor:
Projenin birinci ayağını askerî, siyasî ve ekonomik olarak bölgenin abluka altına alınması, ikinci ayağını ise dezenformasyon süreci oluşturuyor. Yapılmak istenen, Anadolu tabiriyle “körü yara sıkıştırmak.”
Projenin ilk ayağının, şu an uygulamadaki şekil ve boyutuyla tek başına yeterli olmadığı Irak tecrübesi dolayısıyla görülmeye başladı. Çünkü insanların tepesine bombalar yağdıkça direnç noktaları güçleniyor, onur kırmaya yönelik her harekât daha güçlü bir öfke doğuruyor. Üstelik işin bir de uluslar arası tepki boyutu var…
Esas tehlikeli olan, ikinci ayak. Yani dezenformasyın süreci. Ülkemizde ve bölgede (hatta Kafkaslar‘da ve Türkî cumhuriyetlerde) son yıllarda gündemin değişmez başlıklarından birini oluşturan “misyonerlik faaliyetleri“nin de içinde bulunduğu bir dizi etkinlikten oluşan bu süreç muhtelif metotlarla yürütülüyor.
İnsanların ekonomik zaaflarından faydalanmaktan, “dinlerarası diyalog“a kadar misyonerler tarafından uygulanan birçok yöntem eğer cüz’î de olsa başarıyı yakalıyor, dinî bilinci sarsılmış, dinî duyguları zayıflamış bireyler üzerinde tesir hasıl ediyorsa burada ciddi olarak durmak gerekiyor.
Daha önce de bu köşede vurgulamaya çalışmıştım: Berrak bir dinî şuur, İslam‘la ilgili herhangi bir meselenin, İslam‘ın öz kavramları ile ele alınması üzerine ibtina eder. Kavramlar konusunda yaşanan herhangi bir zihnî bulanıklık, yazının başında adı geçen komisyonun gözettiği zeminin ta kendisidir.
Bu durumda adı geçen komisyonun hedeflediği ve dahi bir önceki yazıda üzerinde durulan “el-Furkanu’l-Hakk” isimli düzmece kitabın oluşturmak istediği zihnî yapının İslam dünyasında ve dahi ülkemizde zemin bulamayacağını rahatlıkla söyleyebilir miyiz?
Modernistler‘in oluşturup yerleştirmek istediği Kur’an ve Din anlayışı ile “el-Furkânu’l-Hakk” yazarlarının hedeflediği Kur’an ve Din anlayışı arasında herhangi bir fark var mıdır?
Son çeyrek yüzyılda tartıştığımız meselelere bir bakın: Kur’an’ın normatif hükümleri tarihsel midir, değil midir; hadisler ilim bildirir mi, bildirmez mi; Sünnet’in bağlayıcılığı ve Din’deki konumu nedir; mütevatir hadis var mıdır, yok mudur; Ehl-i Kitap (hatta sadece onlar değil, “Lâ ilâhe illallâh” diyen herkes) cennete gidecek mi, gitmeyecek mi; Sahabe’nin ve ulemanın otoritesi nedir ve nereden kaynaklanır; İslam’da kadının yeri nedir…
Bütün bunlar ve daha pek çok benzeri mesele İslam dünyasının önüne şu veya bu kişi/çevre tarafından birer “problem” olarak konmuşsa, karşı karşıya bulunduğumuz projenin köklerini ve boyutlarını görmemiz gerekiyor. Sünnet’ten, Sahabe’den, ulema ve sulehadan “arındırılmış” bir Kur’an, “kurtarılmış” bir Kur’an mıdır, “kuşatılmış” bir Kur’an mıdır?
Evet, “Kitab’ı kendi elleriyle yazanlar” şimdi tarihin –belki de “son” olan– bu dönemecinde yerli ve yabancı bütün figürleri devreye sokmuş olarak İslam dünyasının kitabını yazıp defterini dürmenin peşindeler…
“Kur’an‘ın korunması ilahî garanti altındadır, kim ne yaparsa yapsın onun bir harfini bile değiştiremez” deyip işin içinden sıyrılmak bir tavırdır. Ama “çözüm” müdür?
Abdülmuttalip haklıydı; nitekim Kâbe’nin Rabbi Kâbe‘yi Ebrehe‘nin fillerinden korudu. Kur’an elbette “masun” ve “mahfuz”dur; sonsuza kadar da öyle kalacaktır. Peki Kur’an‘a yönelen bu küstahça tavırlar karşısında sessizliğimizi sürdürmekte ısrar edersek bize bir belanın dokunmayacağının garantisi var mıdır?
Milli Gazete – 18 Mayıs 2004