“Marmara depremi sonrasında Türkiye’de en çok tartışılan konulardan birisi Hıristiyanlaştırma faaliyetleri daha doğrusu “Misyoner Örgütlerin Faaliyetleri” oldu. Ancak tartışmalarda pek çok gariplik vardı. Konuya eleştirel olarak yaklaşanların çoğu, Hıristiyan ve Misyoner kaynaklarına vakıf değildi; en önemlisi aktüel gelişmeler hakkında somut ve özel bilgileri yoktu.
“Konuyu hafife alanlar ise, misyoner örgütlerin başarısını sadece “Yeni açılan kiliselere devam eden kişilerle ilgili istatistiklerle” ölçmeye kalkıyordu.
“Ancak birkaç istisna dışında her iki taraf da “İsimsiz Hıristiyan: Unnamed Christian”, “Görünmeyen Kilise: Invisible Church”, “İnkültürasyon: Hıristiyan Kültürünü Aşılama” gibi kavramları bilmiyorlardı.
“Kimi silâhlı eylemlerin“Kurtuluş Teolojisi” adıyla bir inanç hâline getirilip meşrulaştırıldığını rüyalarında bile görmemişlerdi.
“Türkiye’de faaliyet gösteren Misyoner Örgütlerin isimlerinden, yerli devşirmeler ağından, bürokratik ve politik işbirlikçilerden bile habersizdiler.
“Başkan Bush’un ve Cumhuriyetçi Parti’nin fanatik dinci kimliği hakkında kulaktan dolma bilgileri bile yoktu.
“Misyoner Örgütlerin Türkiye’deki yıkıcı, bölücü ve ayrılıkçı faaliyetlere verdiği destek -örneğin Vatikan ile PKK arasındaki flört- hakkında somut bilgileri yoktu.
“Amerika’nın Irak’ı işgalinin Yahudi-Protestan çevrelerdeki Mesih ve Kıyamet inançlarının – Tanrı’yı Kıyamete Zorlama Projeleri’nin- bir yansıması olduğunu bilmiyorlardı.
“Misyoner Örgütlerin güncel faaliyetlerini ele alan ve yukarıdaki konuları aydınlatan kitap çalışması yok denecek kadar azdır. Biz, güncel gelişmeleri ele alırken gazeteciliğin gereği olarak “5N+1K” sorularına cevap aradık: “Ne? Nerede? Ne zaman? Nasıl? Neden? Kim?” Ve ortaya elinizdeki belgesel çalışma çıktı.”
Sevgili dostum Ali Rıza Bayzan‘ın, kendi ifadesiyle “Mart 1998’de başlayan” ve “Hristiyan misyoner örgütlerin Türkiye ve Türkistan‘daki faaliyetlerini” konu alan araştırmalarının bir bölümünün kitaplaşmış hali “Küresel Vaftiz” ve yukarıda okuduğunuz cümleler kitabın arka kapağında yer alıyor.
Bu süreçte topladığı dokümanlara dayalı olarak hazırladığı çeşitli makaleler adı geçen kitapta neşredilmeden önce sanal ortamda istifadeye sunulmuş ve ciddi bir ilgi görmüş.
Kendisine ait internet sitesinde (www.bayzan.net) yer alan duyuruya göre kısa zamanda ikinci baskısı yapılan kitapta, bilhassa Katolik ve Protestan mezheplerinin misyonerlik faaliyetleri sıkı bir medya taraması sonucunda doküman haline getirilmiş. (Kitap için: IQ Kültürsanat Yayıncılık, 0212 520 91 12, www.iqkultursanat.com)
Dinlerarası diyalog faaliyetlerinin birçok açıdan eleştirildiği malum. Eleştirilerden önemli bir bölümü de diyaloğun misyonerlik faaliyetlerine zemin hazırlayıcı bir işlev gördüğü noktasında toplanıyor.
Hatırlayacağınız gibi ülkemizde bu faaliyetleri yürüten cemaatin yayın organları, misyonerlik faaliyetlerinin aslında öyle “büyütülmeye değer” bir niteliğinin olmadığını ileri sürmüştü kısa bir süre önce.
İddialarına göre Hristiyanlığa geçtiği söylenenlerin neredeyse tamamı, aslında hiçbir zaman Müslüman olmamıştı; birkaç kuşak öncesine gidildiğinde gayrimüslim bir aileye mensup oldukları anlaşılan bu kimseler, zaman içinde dinle (Hristiyanlık‘la) ilgileri bir süre zayıflamış, fakat daha sonra çeşitli nedenlerle tekrar dine (Hristiyanlığa) dönen, daha doğrusu zayıflayan bağlarını güçlendiren kimselerdi.
Yani “öyle büyütülecek bir şey yok” diyorlardı; “eğer Müslümanlar kendilerinden emin olur, dinlerini iyi öğrenir ve yaşarlarsa misyonerlik faaliyetlerinden endişe etmek yersizdir.”
Durum gerçekten öyle midir? Diyelim ki yüzde yüz haklılar ve ülkemizde misyonerlik faaliyetleri sonucunda din değiştiren, İslam‘dan çıkıp Hristiyanlığa giren hiç kimse olmadı.
Bu durum, misyonerlik faaliyetlerini sıradan, zararsız, masum, ve rahatsızlık duyulması gerekmeyen faaliyetler olarak nitelendirmek için yeterli midir? Şimdiye kadar hiç kimsenin din değiştirmemiş olması, bundan sonra da kimsenin din değiştirmeyeceği anlamına gelir mi? Bu vurdumduymazlığı “dinî hassasiyet”le nasıl bağdaştırabiliriz?
Misyonerlik faaliyetleri sonucunda bir tek kişi dahi din değiştirse, bu vebalde, bu faaliyetlere zemin hazırlayan AB sürecinin ve diyalog faaliyetlerinin icracılarının hiçbir sorumluluğunun bulunmadığını söyleyebilir miyiz?
Diyalog faaliyetlerinin ülkemizde yürütüldüğü şekliyle siyasî, dinî, kültürel ve stratejik açılardan yanlış, sakıncalı ve tahlikeli olduğunu söylerken, konuyla ilgili olarak ortalıkta dolaşan ve bir okuyucum tarafından bana da ulaştırılan CD’yi –en azından üslup olarak– tasvip etmediğimi de son bir not olarak belirteyim.
Milli Gazete – 7 Mayıs 2005