Modern zamanlarda Müslümanlar’ın Kur’an’ı mehcur (terk edilmiş) bıraktığı ve bunun, başımıza gelen bunca zilletin en büyük sebebi olduğu hakikat. Ne ki, Ümmet’in içinde bulunduğu çıkmazlardan ancak “Kur’an’a dönüş” ile kurtulabileceğini söyleyenlerin sayısı her geçen gün arttığı halde çok fazla bir şey değişmiyor.
Bu söylemi dillendirenlerin, sadece ülkemizde değil, İslam Dünyası’nın farklı yerlerde hemen hemen aynı argümanları kullandığını, aynı gerekçelere dayandığını biliyoruz. Bu nokta ilginçtir…
Söylediklerinin “mutlak hakikat” olduğu vehmiyle, en bariz hata ve yanlışlarına dikkat çekenleri bile “haset”le, “menfaatperestlik”le vs. suçlamayı tercih etmeleri, grupçuluğa, hizipçiliğe –haklı olarak– tenkit yöneltirken kendilerinin yaptığının da sıradan bir “grupçuluk”tan öte bir şey olmaması, meseleye basiretle bakanların gizlisi değil…
“Kur’an’ın mehcur bırakılması” nedir ve nasıl gerçekleşir?
Bu ifadenin geçtiği dar/yakın bağlama (25/el-Furkân, 27-31) dikkat edilirse görülecektir ki, Peygamber’le birlikte aynı yolu tutmadığı, tersine bir yol tutanla birlikte olduğu için “zalim” diye nitelendirilmiş insan tipinin hayıflanması, tuttuğu yolda şeytana uyarak Kur’an’dan sapmış bulunması anlatılmakta, bu manzaranın oluşmasına sebebiyet verenlerin peygamberlerini düşmanı olduğu anlatılmaktadır.
Bu ayetler grubunda bilhassa dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Kur’an’ı mehcur bırakanlar, Peygamber’in maiyetinde olmayıp, O’nun tuttuğu yolu tutmayan kimselerdir. Yani Kur’an’ı terk etmekle Peygamber’den ayrılmak arasında kopmaz bir ilişki vardır.
Bu nokta hayatî önemdedir. Kur’an’la Sünnet’i, birbirine rakipmiş gibi değerlendirerek tefrik edenler şöyle bir alicengiz oyunu oynuyor: Kur’an’ın korunmuşluğu hakkında ayet var, ama Sünnet hakkında böyle bir garanti yok. Hatta Sünnet alanı içinde “uydurulmuş hadisler” diye bir vakıa var. Öyleyse “şüpheli”yi bırakıp “kat’î” olana bakalım.
Oysa Sünnet’i sıhhati “şüpheli” olarak kategorize etmekle Kur’an’ı mehcvur bırakmak arasında kopmaz bir ilişki, hatta lazım-melzum ilişkisi vardır. Şöyle:
Eğer Sünnet’i kulak arkası ederek gerçek anlamda Müslüman olmak ve Kur’an’ı murad-ı ilahiye uygun tarzda anlayıp yaşamak mümkün değilse, her Kur’an’ının her mümkünün, her ayetinin ne dediğini ve nasıl pratize edileceğini Sünnet’e bakarak tayin etmek durumundayız. Sünnet’te bulamadığımız açıklamalar için Sahabe’nin ittifakına bakacağız. Sahabe bir konuda “Kur’an’ın hükmü şudur” diye ittifak (icma) etmişse, o da Kur’an ve Sünnet’in hükmü gibi bağlayıcıdır; inkârı kişiyi dinin dışına savurur.
Sünnet’i ya da Sahabe’yi devre dışı bırakarak “Kur’anî hayat” yaşamak bu sebeple mümkün değildir; eşyanın tabiatına aykırıdır. Bir diğer söyleyişle Kur’an’ı mehcur bırakmak, bu iki tayin ediciye arka dönerek kişisel tercihleri Kur’an’ın emri/hükmü diye takdim/empoze etmekle mümkün oluyor. Dikkat edin, Sünnet’i ya da Sahabe unsurunu devre dışı bırakanlar, bunu, onların önemsiz olduğunu, dikkate alınmayabileceğini vs. söyleyerek yapmıyor. Sürekli bu iki unsurun sübutunda şüphe ve bağlayıcılığında tartışma bulunduğunu söyleyerek yapıyorlar bunu.
Size Kur’an adına kendi görüşünü zerk eden, “Sünnet ve Sahabe unsurlarını dikkate almak gerekir” diyenleri “Kur’an’ı mehcur bırakmak”la, “Kur’an’la Müslüman arasına aracılar sokmak”la suçlayanlar sizi farklı bir Müslümanlığı çağırıyor. Bu Müslümanlık ne Kur’an’da, ne Sünnet’te ne de tarihte tarif bulabiliyor. Dikkat edin! Dikkat edin!
Milli Gazete – 14 Temmuz 2008