CHP İstanbul milletvekili Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, geçenlerde bir TV kanalında, Mina‘da şeytan taşlama esnasında meydana gelen ve birçok hacının ölümüne yol açan izdihamı yorumluyordu. Gelen bir izleyici telefonu üzerine mevzu asıl mecraına döndü ve “Kur’an üzerinde birleşme” faslı açıldı.
Programı sonuna kadar izleme gereği duymadığım ve meselenin nereye bağlanacağını tahmin ettiğim için televizyonu kapattım ve düşündüm: Bu söylemin “pratik değeri nedir?”
Okuyucuya basit dinî bilgiler vermek için yazılmış kitaplarda “ef’al-i mükellefîn” diye bir bahis vardır. Bilgi ve amel sisteminin mükemmel bir şekilde özetlendiği bu bahis, yapıp ettiklerimizin “dinî” değerinin/karşılığının ne olduğunu tesbit eder. Eğer sistemin temelini teşkil eden nassları yerinden oynatırsanız “ef’al-i mükellefîn” de, onların tekabül ettiği karşılıklar da buharlaşır.
“Varsın olsun; bundan ne çıkar!” diyenler olabilir. Böyle düşünenler, bu tavırlarıyla Kur’an ve Sünnet nasslarının bize ne dediğini ve bizden ne istediğini çok fazla önemsemediklerini ortaya koymuş olurlar. Bu da hem “sahih dinî bilgi”, hem de “doğru amel” bakımından önemli bir eksikliğin işaretidir.
“Kur’an’daki bütün emirler farziyet ifade eder” diyen kişi aslında bir Usul kaidesi vaz ederek ef’al-i mükellefînden bahs etmektedir. Ama eksik, bölük-pörçük, temelsiz ve tutarsız bir şekilde… Bu sözün sahibine göre “(Ramazan geceleri) fecir vakti beyaz iplik siyah iplikten size seçilene kadar yeyin, için…” (2/el-Bakara, 187) ayeti gereği Ramazan geceleri yemek ve içmek farzdır, hem de iftar ettikten sonra şafak sökünceye kadar!…
Duyan da Kur’an‘ın emir ve yasaklarının mahiyeti, ayetlerin delalet vecihleri, edatların anlamları, nüzul sebepleri, ayet ve surelerin tenasüp tarzı, nesh, müteşabihat, Kur’an-Sünnet ilişkisi… gibi Ulumu’l-Kur’an bahisleri konusunda ciddiye alınır özgün/farklı bir bilgi sistemi ortaya konmuş olmasına rağmen insanların “Kur’an’da birleşme”ye yanaşmadığını sanır…
Hz. Ali (k.v)’nin “Kelimetun hakk urîde bihâ’l-bâtıl” (kendisiyle batılın murad edildiği hak bir söz) tesbitini hatırlamanın tam sırasıdır. Hatırlanacağı üzere Haricîler de “Lâ hükme illâ lillâh” (Allah’tan başkasının hüküm koyma/hakemlik yapma yetkisi yoktur) derken hak bir söz söylüyordu. Ancak bu sözü, “Hakem olayı“na karışan, bu olayı tasvip eden, hakemlerden ve onları nasp edenlerden teberri etmeyen, hatta onları tekfire yanaşmayan herkesi İslam dairesi dışına çıkarma şizofrenisinin payandası olarak kullanıyorlardı.
Bu psişik durumu yaşayanların dikkat çekici bir özelliği daha var: Kendileri bütün Ümmet‘in ulemasına, Sahabe‘ye, hatta Hz. Peygamber (s.a.v)’e pervasızca muhalefet ederken “fikir özgürlüğü” borusunu öttürmenin sarhoşluğu ile mest olurken, bir başkası “Ben Hz. Peygamber (s.a.v)’in hadislerine, Sahabe‘nin tavrına ve ulemanın görüşüne tabi oluyorum” dediği zaman ne “yobazlığı” kalır, ne “din istismarcılığı”… Arkasına bir de “maymuncuk” eklemeyi ihmal etmezler: “Gerici… Cumhuriyet düşmanı!”…
Hacc menasiki arasında “Şeytan taşlama“nın ve bu ibadeti belirlenen süre içinde yerine getirmemenin hükmünün ne olduğunu sorsanız ne karşılık verirler? Ben söyleyeyim: “Kur’an’da böyle bir şey yoktur. Dolayısıyla yapmasanız da olur.” Vacip, müstehap, mübah, mekruh….. kategorileri ve bunları ahkâm sahasında görünür kılan sebepler hakkında en küçük bir fikri olmayan bu zevatın Kur’an ve Sünnet ahkâmı hakkında tek bildikleri “olsa da olur, olmasa da”dır…
Öyleyse kendilerine bir teklifimiz olacak: Hacca gidecek olursanız, bu ibadeti sadece ilgili Kur’an ayetleri ile sınırlı olarak yapmayı deneyin. “Hacc menasiki” ile ilgili olarak Sünnet‘le sabit olan hüküm ve uygulamaları dikkate almadan yapılacak bir haccın nasıl olacağını böylece hep birlikte görmüş oluruz.
Milli Gazete – 10 Şubat 2004