Bir önceki yazıda “irtidat” ve “zina” (evlilerin zinası) suçlarına verilecek cezayla ilgili Sn. Davut İltaş‘ın Marife dergisinde yer alan eleştiri yazısı hakkında yazdıklarım üzerine bazı okuyuculardan, ilgili rivayetlerin Kur’an‘a aykırı ve uydurma olduğu temalı mailler aldım.
Bana göre bu kabil itirazların önemli bir bölümünün arka planında, bu ve benzeri hükümlerin “çağdaş anlayış“la bağdaşmadığı kabulü temel bir yer tutuyor. Yani itiraz sahipleri genellikle “bunu kime nasıl izah ederiz” endişesiyle hareket ediyor. Elbette bu psişik durum başlı başına ele alınması gereken temel bir “mesele”; ancak burada bu nokta üzerinde duracak değilim…
Ulema, Sünnet‘le sabit olup, Kur’an‘da lafzen yer almayan hususların Kur’an’ın Sünnet’e yaptığı göndermeler dolayısıyla amele konu edilmesi gerektiği gerçeğinden hareketle bu gibi hükümleri birer “problem” olarak değil, “dinî hüküm” olarak telakki etmiştir ve işin aslı da budur. Öte yandan böyle önemli bir metodolojik konuda Kur’an‘ın, “Sünnet’in Kur’an’a arzı” noktasında “çağdaş” anlayışı destekler tarzda açık ve kesin bir direktif içermemesi kadar, çağdan çağa değişen bir “Kur’an’a uygunluk/aykırılık” söylemiyle karşı karşıya bulunuyor oluşumuz da üzerinde ayrıca durulmasını hak eden önemde…
Kur’an‘a aykırı olduğu gerekçesiyle “uydurma” olarak damgalanan hadisler konusunda, –”tarihsellik” söylemini bir kenara bırakırsak– bu arkadaşların farkında olmadan yüklendikleri ve fakat taşımaktan da sürekli kaçındıkları önemli bir “yük” var: “Bu hadisleri kim, niçin, ne zaman ve nasıl uydurmuştur?” sorusuna cevap bulmak.
Bu noktada sorulması gereken sorular şunlar:
Ehl-i Kitap ile ilişkilerini İslam Hukuku‘nun çizdiği sınırlar içinde “belli bir mesafede” tutan bir toplumsal yapıda nasıl olmuştur da Ehl-i Kitab‘a ait kimi anlayış ve uygulamalar Müslümanlar arasına bu kadar yaygın ve kolay biçimde sızmış, –hadi “avam”ı geçelim– “alimler” tarafından hemencecik benimsenip kitaplara geçirilerek İslam‘ın yegâne hükmü haline getirilmiş, hatta bu da yetmiyormuş gibi “hadisleştirilerek” Hz. Peygamber (s.a.v)’e isnat edilmiştir? Sosyo-kültürel ve dinî bakımdan “zımmîler“in –ya da daha genel anlamda “kâfirler“in– etkisine bu denli açık, dolayısıyla dinî ve toplumsal dokusu bu derece çürük bir toplumun “kendisi” olmaktan uzaklaşmış olması hasebiyle bize intikal ettirdiği dinî, ilmî, kültürel ve medenî (medeniyete ait) değerlerin sahiciliği iddia edilebilir mi? Sosyolojik olarak bir toplumun bu kadar kısa bir süre içinde bu derece yabancılaşabileceğini söylemek mümkün müdür?
İrtidat ve zina suçlarına verilecek ceza ile ilgili rivayetlerin “uydurma” oldukları iddiasına tarih içinde rastlamıyor oluşumuzu nasıl açıklayabiliriz? Sahabe döneminden başlayarak Tabiun, Etbau’t-Tabiin ve onları izleyen kuşaklar boyunca hiç mi Allah korkusu, insaf ve vicdan sahibi biri yaşamamıştır da bu uygulamalara ve bu uygulamaların “hadisleştirilmesine” karşı çıkan olmamıştır? Bu cezalar uygulanırken niçin Hz. Peygamber (s.a.v)’in aksi doğrultudaki bir hareket veya sözü nakledilmemiştir?
Sözün özü, Sahabe döneminden başlayarak hadislerin cem, tedvin ve tasnif dönemlerine kadar İslam toplumunun, “yabancı” etkisine bu kadar açık olduğu tezi ilmî ve tartışmasız bir şekilde isbatlanmadıkça ve dahi uydurma olduğu iddia edilen her rivayet için “kim, niçin, ne zaman ve nasıl” sorularının cevabı net olarak verilmedikçe, “çağdaş hadis antipatizanları“nın iddialarının ciddiye alınma şansı olmayacaktır…
Milli Gazete – 15 Ocak 2004