Herhangi bir Batı ülkesinde yaşamanın bir Müslüman için ne anlama geldiğini, ancak oralarda yaşayanlar/bulunanlar bilir. İnancınıza, ibadetinize fiilî bir saldırı yoktur belki (gerçi 11 Eylül sonrası bunu söylemek de hayli zorlaştı ya!), hatta “dinî özgürlükler“in, buralarda, “İslam ülkesi” olarak ifade edilen ülkelerin pek çoğundan daha ileri boyutta yaşandığını söylemek de yanlış olmaz. Ancak buna rağmen oralarda yaşayan Müslümanlar, farklı, daha “derin ve etkin” bir tehdit altında hissederler kendilerini.
Bunun sebebi, oralarda hayatı ve tasavvuru inşa eden değerler sisteminin Müslüman‘ın soluk alıp verdiği atmosfer ile bağdaşmaz yapısıdır. Biz farkında olmasak da kimliğimizi itaat, hürmet, haya, feragat, fedakârlık, vefa… gibi özünü inançtan alan kavramlar inşa etmiştir ve yürümekte olduğumuz yol, sağlı-sollu “ayıp, günah, ölüm, kabir, ahiret, hesap, ceza”… gibi uyarı levhalarıyla donatılmıştır istikametimizi bozmayalım diye…
İşte bütün bunlar bulunmadığı için Batı‘da yaşayanlar yeni nesillerin “kaybolup gitmesi” ihtimalini hayatlarının en büyük endişesi olarak sürekli biçimde yaşamaktalar.
Benim burada “kaybolup gitme” diye ifade ettiğim şey, Batılı için son derece normal, hatta “olması gereken”dir. İki farklı dünyadan söz ediyoruz yani…
Bir önceki yazıda işaret ettiğim İstanbul programında Yusuf el-Karadâvî, özellikle yabancı ülkelerde “azınlık” konumunda bulunan Müslümanlar için hayatı kolaylaştırıcı hükümler getirmenin öneminden bahsetmiş.
Burada soru şu: Yabancı memleketlerde yaşayan Müslümanlar‘ın birincil problemi Fıkıh ve Fukaha tarafından “zorlaştırılmış”(!) İslam ahkâmını yaşayamamak mıdır, yoksa hayatı yeterince duyarlı ve donanımlı bir zihin ve bilinç yapısıyla anlamlandırıp yaşayamamaktan kaynaklanan “yabancılaşma” olgusu mu?
Balkanlar‘ın, Uzak Asya‘nın, Afrika‘nın hatta Anadolu‘nun İslamlaşması için binlerce kilometrelik mesafeler kat edip, bilmediği bir beldeyi mekân tutan murabıtlar, gazi dervişler, acaba tavattun ettikleri bu “yaban eller”de Fıkhî hükümlerin ağırlığı gibi bir problem yaşamış mıydı? Dahası, “maruz kalan” olmayı, başkaları tarafından “belirlenmeyi” ruhuna sindirmiş, bunalımlı, kompleksli, yabancılaşmış, kısacası “modernleşmiş” insanın İslam‘ın diriltici soluğunu başkalarına ulaştırması mümkün olabilir mi?
Aynı durum, aynı ton ve seviyede olmasa da “İslam ülkesi” diye ifade ettiğimiz coğrafyalar için de söz konusu edilebilir…
Kaybettiğimiz kimliğe ve o kimliğe karakterini veren değerler sistemine olan uzaklığımız, acilen fark edilmesi gerekenlerin başında geliyorken, yani deprem “temel”de yaşanıyorken, çatı ile uğraşmak, içtihada vurgu yaparak halkı mezhep taassubu illeti(!)nden kurtulmaya çağırmak ne anlam ifade ediyor, bir de bu zaviyeden değerlendirilmeli.
Kim, hangi değeri üretmiş de “mezhep taassubu” engeline takılmış? Mütçtehid İmamlar‘ın kimseyi kendilerini taklide çağırmadığı doğru; ancak bunun, çağdaş mütemechidler tarafından kendi içtihadlarını terviç için kullanılması ahlakî değil!…
Milli Gazete – 3 Temmuz 2005