Ehl-i Kitab‘ın kendilerine indirilen kitapları tahrifi ne suretle olmuştur? Konuyla ilgili İslamî kaynaklar bu ameliyenin birkaç şekilde meydana geldiğini belirtir: Kelimelerin/sözlerin yerini/bağlamını değiştirmek, metni eksiltmek veya artırmak, yorum/tefsir suretiyle muradı saptırmak… vb.
İkinci soru: Muharriflerin (tahrif edicilerin) bütün bu tahrif çeşitlerini uygulamaya koyması nasıl mümkün olmuştur? Bu soru “en az” ilki kadar önemlidir ve fakat önemiyle mütenasip bir ilgiye mazhar olmamış gibidir. Birçok uzanımı bulunan bu meseleyle ilgili olarak burada sadece birkaç noktaya dikkat çekeceğim.
- Kur’an’ın Allah Teala tarafından muhafazası, onu muhafazayı hayatî mesele edinen –başta Sahabe olmak üzere– Ümmet-i Muhammed vasıtasıyla olmuştur. Bu, İslam Ümmeti ile Ehl-i Kitap veya başkaları arasında saçma sapan benzerlikler, temayüller ihdas edenlere tarihin verdiği tartışılmaz cevaptır.
- Tevrat ve İncil, ezbere alınmak ve “satır”lara dökülmenin yanında “sadır”larda da muhafaza edilmek bakımından Kur’an‘ın sahip kılındığı imkân ve avantajlardan mahrum olduğu için kolayca tahrif edilebilmiştir. Şayet Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam olsun) Hz. Peygamber (s.a.v)’inki gibi bir “Sahabe“ye ve “Ümmet“e sahip olsaydı, Tevrat ve İncil‘in tahrifi elbette söz konusu olmayacaktı.
- Yukarıdaki iki madde şu açık gerçeği dikkatimize sunmaktadır: Ümmet sapınca Kitab’ın tahrifi normal, hatta kaçınılmaz olmaktadır. Öyleyse Kur’an‘ın tahriften masuniyetinin pratik anlamı, tarih boyunca İslam Ümmeti‘nin onu muhafazayı her türlü değerin üstünde görmesinden başka bir şey değildir.
- Kitab‘ın muhafazasının en kritik aşaması, Peygamber‘den ilk muhataplara, kendisinden sonraki ilk nesle intikalidir. Zira Peygamber‘den çıktıktan sonra vahiy, ilk defa bu nesil vasıtasıyla başkalarına aktarılacak, bir diğer ifadeyle vahyin Peygambersiz intikali ilk defa o ilk nesil eliyle gerçekleştirilecektir. Öyleyse onların vahiy emanetini hiçbir şüphe ve iltibasa yer vermeyecek şekilde ahz, muhafaza ve eda ettiğinden emin olunmalıdır.
- Bu da “İlahî Kelam“ın, Peygamber sözü dahi olsa başka herhangi bir şeyle karıştırılmamasının elzemiyetini ortaya koymaktadır. Kur’an‘dan önceki son vahiy olan İncil‘in Hz. İsa (a.s)’dan çok kısa bir süre sonra nasıl unutulup ortadan kalktığına bir bakın! O aziz Peygamberin terk-i dünya etmesinin üzerinden yarım asır (yani bir nesil) bile geçmeden “İncil”, Hz. İsa (a.s)’ın ve Havariler‘in “işleri”nden ibaret biyografik metinlerin ortak ismi haline gelmişti.
Bu gerçek, bir başka gerçeği farklı bir zaviyeden bakarak idrak etmemizi sağlıyor: Hz. Peygamber (s.a.v)’in, hadislerin yazıya geçirilmesini ilk zamanlar yasaklaması –bazı nasipsizlerin ileri sürdüğü gibi–, hadislerin önemsizliğinden ya da dinî bir değeri haiz bulunmamasından değil (zira böyle olsaydı Efendimiz (s.a.v), sözlerinin yazılmasını yasaklamak yerine, sözlerine uyulmasını yasaklar hatta dinî hüküm bildiren sözler söylemekten sakınırdı!!) Kur’an metniyle başka herhangi bir şeyin karıştırılmasının önüne geçmek istemesindendir.
Zira en yakın örnek olan Hristiyanlar‘ın İncil‘i tahrifinde, bu noktanın çok büyük ehemmiyetinin bulunduğunu Efendimiz (s.a.v) elbette biliyordu. Yazının ve yazı malzemesinin son derece ibtidai olduğu bir dönemde Kur’an ayeti ile aynı malzeme üzerine kaydedilmiş bir beşer sözünün, bir veya birkaç nesil sonra ayetle karıştırılması ihtimalinin asla küçümsenmemesi gerektiğini Nebevî firaseti ile görmüş olan Efendimiz (s.a.v)’in başvurduğu bu “geçici” tedbir hakkında iki cürüm işleniyor Birincisi, bu geçici tedbir mutlaklaştırılmaya çalışılıyor; ikincisi de buradan çıkarılması gereken ders, olay farklı yorumlanmak suretiyle buharlaştırılıyor…
Milli Gazete – 7 Ağustos 2005