“İslamî” Kristoloji?!

Ebubekir Sifil2010, Gazete Yazıları, Nisan 2010

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Star gazetesine bir mülakat vermiş.[1]http://www.stargazete.com/roportaj/yazar/fadime-ozkan/diyanet-in-daha-sivil-ve-bagimsiz-olmasi-gerek-haber-253591.htm Gazetenin internet sayfasından izlenebileceği gibi[2]http://www.stargazete.com/acikgorus/devletin-dini-olur-mu-haber-255933.htm bu mülakat, “Diyanet İşleri Başkanı (…) “dinin yasakladığını devlet serbest bırakabilir” dedi” sözleriyle değerlendirildikten sonra, söz konusu mülakat üzerine yazılmış bir yazıya yer veriliyor.

“Bardakoğlu’nun din ve laiklik ilişkisini yeniden gündeme taşıyan bu ifadeleri üzerine yazdığı yazıda ilahiyat profesörü Düzgün, İslam siyaset teorisini şekillendiren saikleri ele alıyor ve siyaset alanındaki ilkelere dikkat çekiyor” ifadeleriyle takdim edilen yazısında Ankara İlahiyat’tan Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Din’in, 50 yıl öncesine nazaran bireyin ve toplumun hayatına daha etkin biçimde döndüğünü söylüyor ve bunun hem “iyi”, hem de “kötü” haber anlamına gelebileceği değerlendirmesinde bulunuyor.

Düzgün’e göre geri dönüşünü “iyi” olarak nitelendirebilmek, dinin, “temel hak ve hürriyetleri bütün insanlık için arzulayan, insan onurunu bütün ahlakî değerler için esas kabul eden, etnik ve dinî her türlü çeşitliliğe saygı duymayı öğreten ve bütün bunların garantörü olarak Allah’ı gören” bir muhtevaya sahip olması şartına bağlı. Aksi durumda ise onun dönüşünü “kötü haber” olarak işaretlemek gerekiyor. Yani “… devlet-siyaset gibi kurumsal yapılara yaslanarak kendine yaşam alanı açmaya çalışan ve devlet aygıtını varoluşunun ayrılmaz bir parçası olarak tasarlayan” bir dinin hayata geri dönmesi, Düzgün’e göre “kötü haber”! Böyle bir yaklaşıma şahit olup da, “Din’i korumak” adına vahye düşman olan ve peygamber öldüren Yahudileri hatırlamamak mümkün değil!..

Bunlar “din”den ve “devlet”ten ne anlıyor? diye merak edenleri de boşlukta bırakmama lütfunda bulunmuş Düzgün ve Din ile devlet arasında kendince tesbit ettiği bazı “karşıtlıklar”a değinmiş:

“(…) yapısal olarak din ve devlet, tamamen farklı amaçlara odaklanırlar. Din, gönüllülük esasına dayanır. Devlet, yapısı gereği zorlayıcıdır ve kontrol etmeye dayanır. Bireyi esas alan dinin ise, kontrol etme gibi bir görevi olmadığı gibi buna ihtiyacı da yoktur. Din insanlara sadece ebedî ideal gerçekleri hatırlatır; devlet ise reel olanı elde etmek için gerekirse güç kullanır. Dinin özgürleştiriciliğinin aksine, devlet kanunlarla insanı yaşanan toplum standartlarına uyum sağlayacak şekilde yeniden inşa etmeye çalışır. Allah’ın özgür yarattığı insan, devlet ve toplumun marifetiyle yerelliklere, akla ve vicdana uygunlukları sorgulanamayan örf ve âdetlere mahkûm edilir. Devletin işleyişi içinde insan, hiçbir zaman efendisiz bırakılmaz; kanunla, (sözde) ahlak kurallarıyla kuşatılır. Özgürlüğün doğasına ters bir şekilde, insanlığını ve kimliğini, toplum için en ‘uygun’ olana uyum göstermekle kazanacağı yönünde bir aldatmaya uğratılır. Bütün bunlar, kurumsallaşmanın getirdiği sonuçlardır.”

(Bir paragraf önce söylediklerimi geri alıyor ve cümleyi şöyle düzeltiyorum: Böyle bir yaklaşıma şahit olup da Pavlus’u hatırlamamak mümkün değil!)

Din’in dünya hayatıyla ilgili hükümlerini reddetmek için “devlet” ve “toplum” mefhumlarına bu derece olumsuz vurgular yüklemek Düzgün’de gizliden gizliye yer etmiş bir “devlet düşmanlığı”nın ifadesi olarak mı görülmelidir?

İşin bu yanı şu aşamada bizi ilgilendirmiyor. Zira biliyoruz ki Düzgün o yazıyı devletle ilişkisini izhar etmek için değil, dinle ilişkisini ele vermek için kaleme almış ve doğrusu bunu da gayet açık biçimde yapmıştır:

“Kur’an, cinsiyetine, ırkına ve dinine bakmadan bütün insanları, insanlık ortak paydası altına yerleştiren ve bütün sivil/medeni özgürlükleri doğuştan kazanılmış hak olarak kabul eder. Bu anlamda dinin ana varlık sebebi, toplumsal yapıyı adalet, özgürlük, temel haklarda eşitlik gibi evrensel ilkeler çerçevesinde yeniden inşa etmektir. Bu yönleriyle dinler, muhafazakâr değil, modernleştirici, yenileştirici ve dönüştürücü unsurlardır. İslam’ı tanımlayan ana ilke olan ‘tevhîd’in, dini ve etnik özelliklerine bakmadan bütün insanları Allah’ın onurlu kulları olarak kabul etmeyi ve temel/doğal insan haklarını her birey için savunmayı içine aldığını…”

Ortada şüphe götürmeyen bir gerçek var: Bu satırlarda bize “din” olarak takdim edilen “şey”, “İslam” değil. Zira İslam’ı tanımlayan ana ilke “tevhid” ise ve dahi tevhid, “dini ve etnik özelliklerine bakmadan bütün insanları Allah’ın onurlu kulları olarak kabul etmeyi ve temel/doğal insan haklarını her birey için savunmayı içine almayı” ifade ediyorsa, sormazlar mı insana: “Sizin Müslümanlıkta ısrar etmenizin anlamı nedir” diye!.. Burada tırnak içinde verdiğim cümlede yer alan hususlar gerçekten İslam’ın temeli olan “tevhid”i ifade ediyorsa, aklı başında olan herkes bilir ve ikrar eder ki, onları kabul ve icra etmek için Müslüman olmak gerekmiyor! Ateizmi kabul ederek de bu “tevhid”e hizmet edebilirsiniz!..

Milli Gazete – 24 Nisan 2010

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 http://www.stargazete.com/roportaj/yazar/fadime-ozkan/diyanet-in-daha-sivil-ve-bagimsiz-olmasi-gerek-haber-253591.htm
2 http://www.stargazete.com/acikgorus/devletin-dini-olur-mu-haber-255933.htm