Kur’an’da, Sünnet’te ve 1200 küsür yıllık pratikte “Müslüman olmak”, içinde yaşanılan ortam ve şartları mümkün olduğunca Allah’ın rızasına uygun hale getirmek şeklinde ortaya konmuşken, modern zamanlarda Müslümanların yeni bir “Müslümanlık anlayışı” arayışıyla çırpındığı görülüyor. “Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy” anlayışını ilke edinerek modernleşme macerasına atılan Müslümanlar, Din’i, bir “mükellefiyetler manzumesi” olarak değil, yaşanan durumu onaylama mekanizması olarak görüyor artık. Din’i “mükellefiyetler manzumesi” olarak gördüğünüzde, ortada, özümsenmesi ve hayata yansıtılması gereken “sabit hakikatler” bulunduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Dolayısıyla müslümanın önce kendisini, sonra da yaşadığı ortamı ve şartları bu hakikatler doğrultusunda mümkün mertebe dönüştürmeye çalışması Müslümanlığın tezahürü olmaktadır.
Kendimizi ve hayatı Din’in mutlak ve sabit hakikatleri doğrultusunda dönüştürmeyi göze alamadığımız, yani teklifi kabul etmeye, yani “bedel ödemeye” yanaşmadığımız zaman yeni bir süreç, “bahaneler uydurma” süreci başlar. Teklifi, yani “bedel ödemeyi” kabul etmek demek, bedenî ve zihnî cehdi/ictihadı son raddesine kadar işletmek, ne kadar güçlü oldursa olsun içimizin ve dışımızın baskısına direnmektir. Bu direnci yitirdiğimizde, arabayı atın arkasına değil, atı arabanın arkasına koşar, yaşadığımız durumu ve şartları mutlaklaştırma eğilimine gireriz. Bu, sonunda Din anlayışını sorgulamayı getirir. Hristiyanlığın yaşadığı macera bundan başkası değildir.
Din anlayışı değiştiği için, Din adına ortaya konulmuş bulunan ne varsa hepsinin gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi de eşyanın tabiatından olacaktır. İster vahiy, ister icma ve ictihad, isterse kültür, gelenek, örf… her ne olursa olsun “değişim”in gereklerine boyun eğdirilecek, Batı’dan ithal edilen yorum/tahrif teknikleri bu çerçevede devreye sokularak etkin biçimde işletilecektir…
Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında Ziya Gökalp tarafından ortaya atılan ve Halim Sabit tarafından müdafaa edilen “İctimâ’î Usul-i Fıkıh” teklifi ile ilk defa karşılaşanlar “Fıkıh toplum hayatını doğrudan ilgilendirir. Dolayısıyla Fıkh’ın temelinin (Usul-i Fıkh’ın) toplumsal hayat esas alınarak yeniden dizayn edilmesi anlaşılabilir bir faaliyettir” tarzında cümleler kurmuşlar mıdır?! Orasını bilemem; bildiğim, bunu “anlaşılır” bulmanın, sürece dahil olmak anlamına geldiğidir ve bu süreç kesinlikle hayatın herhangi bir alanıyla sınırlı değildir.
Nitekim çok geçmeden “ictimaîleştirme” faaliyetlerinin ne anlama geldiğini kavramamızı kolaylaştıracak gelişmeler zuhur etti. Bu çerçevede Hüseyin Naci imzalı “Laik Usul-i Fıkıh” çalışması anılmaya değerdir. Artık anlaşılmış olmalıdır ki mesele, Usul-i Fıkh’ın ictimaî temellerini öne çıkartmak şeklinde ifade edilemeyecek ölçüde derinlik kazanmıştır.
Bu “derinlik”in bir ifadesi olarak “yenilik” arayışları Kelam ilmine de teşmil edildi ve bir dönem Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan M. Şerafeddin (Yaltkaya) tarafından bu çerçevede “İctimâ’î İlm-i Kelam” başlıklı bir seri makale kaleme alındı. Cumhuriyet sonrasında Dinî Makalelerim adıyla neşrettiği kitabına da –”İctimâ’î İlm-i Kelam” terkibinden hiç bahsetmeksizin– aldığı bu makalelerinde M. Şerafeddin, diğer “ictimaîciler” gibi A. Comte ve E. Durkheim’in etkisiyle toplumsal evrim düşüncesini benimsemiş ve Kelam ilminin temelinden nassları çıkarıp yerine “gelişmiş kutsal toplum”u ikame etmeye çalışmıştı.
İmam el-Gazzâlî’nin, “küllî olanla, “varlık” meselesiyle ilgilendiği için bütün ilimlerden üstündür” dediği Kelam İlmi’ne biçilen değer ya da daha doğrusu “rol”, Durkheim sosyolojisinin kuramları doğrultusunda sadece biçim değil, aynı zamanda “mahiyet” değiştirmek oldu!
İslamî ilimlerde “yenilik/bid’at” arayışları günümüzde de devam ediyor. Modernleşme serüvenimiz yeni etaplardan geçerken İctimâ’î Usul-i Fıkıh söylemi, yerini “Makasıdçı Usul-i Fıkh”a terk ediyor; geçen yüzyılın aydınlarının akıl edemediği yeni Usul arayışları Hadis ve Tefsir sahalarını da şümulüne alıyor. Bu çerçevede akademik çalışmalar özellikle son 10-15 yıl içinde hayli mesafe katetmiş durumda…
“Yenilik” kelimesi kullanıldığında hemen “bid’at” çağrışımına sahne olan Müslüman zihin, ne oldu da “yenilik” kelimesine böyle bir “mutlaklık” atfeder hale geldi?
Milli Gazete – 23 Şubat 2009