Dünya gibi bizim de biraz merak, biraz kaygı ve daha çok da “umut”la izlediğimiz gelişmeler giderek yayılacak gibi görünüyor. Mısır’da Mübarek direniyor, halk kararlı; Yemen’de, Ürdün’de, Suriye’de… kıpırdanmalar devam ediyor.
Bu tarz gelişmeler karşısında ilk heyecanla kesin hüküm cümleleri kurmak yerine, ihtiyatı elden bırakmamaktan yanayım. Söz gelimi “Ümmet kaderine sahip çıkıyor”, “İslam dünyası demokrasiye koşuyor”… gibi cümleler kurmak için henüz çok erken. Esasen bunlar “tesbit”ten çok “temenni” ifadesi olan cümleler. Olayların seyri, gelişmelerin hedefi, daha da önemlisi süreci kimlerin yönettiği çok önemli. Bunların netleşmesi ise şüphesiz zaman alacak.
Koltuğu terk edenlere ve de sırasını bekleyenlere bakıldığında ilk görülen, tamamının baskıcı/otoriter yöneticiler olduğu gerçeği. İşin bu yönü heyecanlı cümleler kuran yorumcuların en önemli hareket noktası.
Ancak bir gerçek daha var: Bu firavunların tamamı Batı’nın ve özellikle de ABD’nin sadık müttefikleri idi. Bu nokta dikkate alınıp sürece tekrar bakıldığında bir başka gerçekle karşılaşılacaktır: Batı dünyasının –başta ABD olmak üzere– bir kısmı süreci açıktan desteklemekten kaçınmıyor, bir kısmı ise dolaylı ve daha ihtiyatlı bir olumlama tavrı içinde.
Soru şu: Batı, her şey yolunda giderken bu müttefiklerinden niçin vazgeçti/geçiyor?
Galiba bu sorunun gerçekçi cevabı, “Büyük –ya da “Genişletilmiş”– Ortadoğu Projesi”nde yatıyor. ABD’de Obama yönetiminin işbaşına gelmesiyle birlikte Bush patentli BOP projesinin askıya alındığı ya da iptal edildiği kanaati oluşmuştu. Ancak açıktır ki Batı’nın bölgedeki çıkarları varlığını sürdürdükçe, ABD’nin de AB’nin de buraya ilgisiz kalması söz konusu olamaz.
O halde Büyük Ortadoğu Projesi’nin hem bir miktar revize edilerek, hem de güncellenerek devrede tutulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. BOP’nin “revize edilmesi”, Bush ve ekibinin İslam Dünyası’na nizamat vermede kullandığı metodun biraz daha yumuşatılması anlamına gelirken, “güncellenmesi”, Arap dünyasının bugünlerde içinden geçmekte olduğu süreci ifade ediyor.
Bu ikinci nokta önemli: Bugüne kadar Batı, İslam Dünyası’yla ilişkileri; kimliğine, aidiyetlerine, halkının taleplerine kulakları tıkalı, gerek gördüğünde kitlesel kıyımlara girişmekten çekinmeyen despot ve çıkarcı yöneticiler üzerinden yürütüyordu. BOP’nin güncellenmesi, daha “demokratik”, halkın katılımının da temin edildiği “gönüllü” birlikteliklere dayanması anlamına geliyor.
Batı dünyasının 1960’larda idrak ettiği söylenen “postmodern dönem” İslam Dünyası’nda yeni başlıyor. Bu dönemin en önemli özelliği, “katılımcılık”, “çoğulculuk”, “hoşgörü” gibi kavramların yoğun biçimde kullanılması. Modernitenin, dünyanın geri kalan kısmını “dışlayıcı”, “ötekileştirici”, “tekelci” anlayışı (bu kavramları benimsediğim için değil, modernitenin karakterini ifadede “kabul edilmiş” kavramlar olmaları dolayısıyla kullanıyorum) postmodern dönemde yerini rafine ve ayartıcı anlayışlara bıraktığı içindir ki Batı’nın İslam Dünyası’yla ilişkileri Ortadoğu coğrafyasında yaşayan halklar bakımından daha “benimsenmiş” ve “içselleştirilmiş” gönüllü süreçler halinde yürütülecek.
Yoksa ABD ve AB’nin, yaşanan bunca gelişmeye seyirci kalması, hatta sonunun nereye varacağını öngör-e-medikleri bu olayları dolaylı-dolaysız desteklemesi kesinlikle mantıklı değil.
Bütün bunlar halkların iradesinden tamamen bağımsız bir sürecin yaşandığı anlamına elbette gelmiyor. Halk gerçek temsilcileri vasıtasıyla bu sürece ağırlığını ne kadar koyarsa, o kadar müsbet netice alınacaktır.
Görelim Mevla neyler…
Milli Gazete – 5 Şubat 2011