İslam tarihinde yabancı din, dil ve kültürlere ait eserlerin tercümesi faaliyetinin iki dönemde yoğunluk kazandığını biliyoruz.
Bunlardan ilki Abbasîler döneminde kurulan Beytü’l-Hikme marifetiyle yapıldı. Eski Cündişapur Akademisi örnek alınarak kurulduğu söylenen bu müessese, günün şartlarına göre oldukça gelişmiş bir yapı arz ediyordu. Oldukça geniş kütüphanesi yanında istinsah, telif ve tercüme faaliyetleri için, hatta okuyucular için ayrı mekânlar ihtiva ediyordu.
Bu müessese, aynı zamanda ilmî meselelerin müzakere ve münakaşa edildiği bir ortamdı. Özellikle el-Me’mun döneminde her hafta düzenli olarak yapılan ilmî toplantılarda her türlü fikir ve görüş “rahatlıkla” tartışılabiliyordu. Yunanca, Süryanice, Farsça, Koptça, Hintçe... gibi dillerden çevrilen kitapların etkisi sadece ilmî çevrelerle sınırlı kalmadı; kısa zamanda bütün topluma tesir eden fikrî/itikadî çalkalanmalara zemin hazırladı.
İslam kaynaklarında “mihne” tabir edilen “Halku’l-Kur’an” fitnesi çok büyük ölçüde bu yoğun tercüme faaliyetinin doğurduğu bir “zulüm süreci” olarak tarihe geçti. el-Me’mun‘un, veziri İshak b. İbrahim‘e yazdığı mektuplarla başlayan bu sorgu ve işkence dönemi, çeyrek asra yakın devam etti ve bildiğimiz manzaralar sergilendi.
“Halku’l-Kur’an” fitnesinin kaynağı, yani Mu’tezile‘nin Kur’an’ın mahluk olduğu görüşünü niçin benimsediği ve yukarıda işaret ettiğimiz dönemde devletin resmî politikası –hatta insanların Müslüman olup olmadığını belirlemenin biricik kıstası– haline getirildiği sorusunun cevabı, yine el-Me’mun‘un mezkûr mektuplardaki vurgularında kendisini ele veriyor.
Ona göre Kur’an‘ın ezelî bir kelam olduğunu söyleyenler, bu sözleriyle Hristiyanlar‘a benzemişlerdir. Zira eğer Kur’an ezelî ile Hz. İsa (a.s) da ezelîdir. Çünkü her ikisi de Allah Teala‘nın kelamı/kelimesidir. Mu’tezile, Hristiyanlar‘la yaptığı tartışmalar esnasında onların, Hz. İsa (a.s)’ın “üç uknum“dan biri olduğu inancını Kur’an‘da Hz. İsa (a.s) hakkında kullanılan “Allah’ın kelimesi” ifadesine dayandırdığını gördü. Eğer Hz. İsa (a.s) “Allah’ın kelimesi” ise ve dahi Allah’ın kelimesi/kelamı mahluk olamayacağına göre Hz. İsa (a.s)’ın ilahlığı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyordu.
Hristiyanlar‘ın bu yaklaşımına karşı Mu’tezile‘nin geliştirebildiği tez ise Kur’an’ın yaratılmışlığı oldu. Allah’ın kelam/kelimesi “yaratılmış/mahluk” olarak kabul edilince, Hz. İsa (a.s)’ın ezelîliği, dolayısıyla ilahlığı iddiası da kendiliğinden çökecekti….
İslam dünyasının müşahede ettiği bu ilk yoğun tercüme faaliyetinin tek sonucu bu olmadı şüphesiz. Kelam kitaplarında adı geçen pek çok bid’at fırka ve akım da varlığını, büyük ölçüde bu faaliyetin vücut verdiği gelişmelere borçludur…
İkinci yoğun tercüme faaliyeti ise modern zamanlar dediğimiz dönemde kendisini gösterdi. Sonucun, üç aşağı beş yukarı ilkiyle aynı olması şaşırtıcı değil elbette. İslamî ilimlerin her birinde kendisini gösteren nev-zuhur sapmalar, Oryantalistler‘in İslamiyat çalışmalarının tercümesine dayanıyor.
Bu ikinci tercüme faaliyeti esnasında Oryantalistler‘in İslam ve onun kutsalları hakkında ileri sürdüğü hemen her görüş, bizzat başka Oryantalistler tarafından çürütülene kadar İslam dünyasında “eşsiz keşifler” olarak telakki edildi. Ve sonuç ortada…
Bu iki tercüme hareketinin doğurduğu sonuçlar sadece bir noktada farklılık arz ediyor. O da şu: Bu hareketlerden ilkinin yol açtığı tahribat, ulema tarafından tarihe gömülmüştü. İkincisi ise, İslam dünyasında yönetime hakim güç ve merkezler tarafından sağlanan geniş destek ve teşvik yanında, dirayetli ve yetkin insanların sayısının azlığı ve durumu dengeleyici kurumsal yapılardan yoksunluk sebebiyle alabildiğine etkili oluyor. Bu durumun düzeltilmesinin, her şeyden önce ilme ve ilim adamına ihtiyacın fark edilmesinden geçtiğini ise ayrıca belirtmeye gerek yok…
Milli Gazete – 13 Mayıs 2004