Yıllar önce İmam ez-Zehebî’nin el-Emsâr Zevâtu’l-Âsar isimli eserini ilk defa gördüğümde, hakkında hadis bulunan şehirlerle ilgili bir kitap olduğunu düşünmüştüm ilk anda. Bu beni oldukça heyecanlandırmıştı…
Eksikliğini hissettiğimiz alanlardan birisidir bu çünkü. Efendimiz (s.a.v) hangi şehirleri işaret buyurmuş, hangisi hakkında ne söylemiş ve ümmetini nasıl yönlendirmiş, bunu bilmek şüphesiz çok önemli. Bizim mekân algımızı oluşturan etkenlerden birisi, hatta en önemlisidir bu.
İmam ez-Zehebî’nin o latif eserinde aradığımı bulamamıştım. O kitap da yazılış amacına uygun olarak belli bir boşluğu doldurmuştu, ama “işaretli şehirler/coğrafyalar” konusu hala bakir bir alan olarak varlığını muhafaza ediyor.
el-Hatîbu’l-Bağdâdî’nin Târîhu Bağdâd’ında Bağdat, İbn Asâkir’in Târîhu Dimaşk’ında Şam, es-Süyûtî’nin Hüsnü’l-Muhâdara’sında Mısır ve Kahire… hakkında varit olmuş rivayetleri toplu olarak görmek mümkündür. Keza Yâkût el-Hamevî de Mu’cemu’l-Buldân’ında zikrettiği yerleşim birimleriyle ilgili rivayet varsa onu nakletmeye özen gösterir. Ama bunlar maksadı hasıl etmeye yetmez…
Hakkında rivayet varit olmuş şehirlerden bahsedilir de İstanbul sükût geçilebilir mi?
“Fetih şöleni” adı altında yapılan ve bir ölçüde mekanikleşmeye başlamış olan etkinlikler, keza İstanbul’da tarihi ve fethi hafızamızda canlı tutmak amacıyla gerçekleştirilen uygulamalar İstanbul’un ruh ve manasını canlı bir şekilde hissedip yaşamamıza ne ölçüde yardımcı olur bilinmez, ama bir hakikati ıskalamaya hakkımız yok: İstanbul “mübarek” bir şehirdir.
Onu “mübarek” kılan nedir? Şüphesiz coğrafî güzellikleri değil. Efendimiz (s.a.v)’in Ümmet’e çizdiği evrensel rota üzerinde bir nirengi noktası oluşu ve bu özelliği sebebiyle ecdadımızın bu şehre atfettiği ehemmiyet. Bu sebeple Sahabe döneminden itibaren İstanbul hep bir “hedef” olmuş Müslümanlar için.
İstanbul’un her noktasında karşınıza çıkan İslam mührü (biz buna “tarih” diyoruz), unutmayalım ki “sonuç”tur. İstanbul bu mühür sebebiyle Nebevî işrete mazhar olmamış, tam aksine Nebevî işarete mazhar olduğu için bu mührü taşıyan şehir hüviyetine kavuşmuştur.
Fetih şölenleri ve diğer etkinlik ve uygulamalar bu noktayı bir “şuur” olarak hafızalara yerleştiren bir muhteva taşıyorsa esas anlamını bulacak ve maksadı hasıl edecektir. Yoksa şu anda maalesef kendi halkı tarafından adeta yağmalanmış bir şehir görünümü arz eden mübarek İstanbul, “kendisi olarak” yaşama şansına çok da sahip olamayacaktır.
Şu haliyle İstanbul, tabiî güzellikleri ve tarihî özellikleriyle öne çıkan bir şehir durumunda. İstanbul’u İstanbul yapan ruh ve onun taşıdığı Nebevî soluk, yerini medyaya, finansa, turistik tecessüse, kültür ve sanat etkinliklerine merkezlik eden seküler şehre bırakmış durumda.
İstanbul’a gelen turistlerin kaçı “sadece turistik amaçlar” için geliyor dersiniz? Sizi bilmem ama ben İstanbul’a gösterilen bu yoğun ilginin altında eni konu bir “burası bir zamanlar bizimdi” hissi bulunduğunu düşünürüm hep. Bu sadece bir “nostalji” değildir. Burada “yaşatılan” bir bilinç durumundan bahsetmeliyiz.
İstanbul’da yaşayan bilmem kaç milyon insandan kaçı “mübarek” bir şehirde yaşıyor olma bilincine sahiptir? Yaşadığı şehre İstanbul’da yaşayanlar kadar haksızlık eden kaç şehir halkı gösterilebilir? Unutmayalım yeryüzü Allah’ın mülküdür, şüphesiz İstanbul da öyledir. İnsan yeryüzünün emanetçisidir. İstanbul ve diğer “işaretli coğrafyalar” ise bizim için hem vatan, hem de mübarek bir “emanet”tir.
Bu durumda şu soruyu sormak anlamsız olur mu: Şu haliyle İstanbul gerçekten ne kadar İstanbul?..
Milli Gazete – 28 Mayıs 2011