“Aklın fonksiyonu” konusunda Mâturîdiyye ve Eş’ariyye meslekleri arasında varlığı dile getirilen ihtilaf, mevzu-i bahsimizde ilgi çekici biçimde daralmakta, adeta yok olmaktadır. Bugün, özellikle Modernistler tarafından “şişirilen” bu ihtilafın durumuna biraz yakından bakalım istedim. Ancak yazıyı gereğinden fazla uzatmış olmamak için sadece bu iki mezhebin imamından kısa birer nakil yapmakla iktifa edeceğim. İmam el-Mâturîdî, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne‘de (I, 43) “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır. Onların hakkı azim bir azaptır” (2/el-Bakara, 7) ayetinin tefsirinde, kendi varlıkları ve alem üzerinde layıkı veçhile tefekkür ve teemmül etmedikleri, Hakk‘ı dinleyip gereğini yerine getirmedikleri için kâfirlerin böyle bir muameleye tabi tutulduklarını söyler.Bu yaklaşım, Allah Teala‘nın varlığı ve birliği konusundaki aklî istidlal faaliyetinin ya gereği gibi veya hiç yapılmadığını anlatmaktadır.
Aşağıda İmam el-Eş’arî‘den yapacağım alıntıda da görüleceği gibi burada inkârcıların tabi tutuldukları bu muamele İmam el-Mâturîdî‘ye göre iki sebebe dayanmaktadır: İnkârcıların, A) Kendi varlıkları ve alem üzerinde –Allah Teala‘nın var ve bir olduğu inancına götürecek– nazar ve istidlal faaliyetini terk etmeleri, B) Vahyi kulak ardı etmeleri.İmam el-Eş’arî de Risâle ilâ Ehli’s-Seğr‘de (Usûlü Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâ’a adıyla da basılmıştır), Selef‘in üzerinde icma ettiği Usulüddin ilkelerini açıklarken, “Yirmiüçüncü İcma” başlığı altında (83, 260 –sayfa numaraları iki değişik baskıya aittir–) şöyle der: “Allah Teala‘nın, kâfirleri, Peygamberi‘ne (s.a.v) imanla mükellef kıldığı konusunda da icma etmişlerdir. (…) Onların bunu bilmelerinin yolu, (doğruyu yanlıştan) temyiz etme vasıtası kılınmış olan akıllarıdır.
Onların bu konudaki cehaletleri sebebiyle günahkâr olmaları, üzerinde teemmül etmeye çağırıldıkları delillerde teemmülü terk etmeleri dolayısıyladır. (Oysa) bu deliller onlar için, Allah Teala’nın ayetleri üzerinde düşünme konusunda kendilerine yapılan çağrıyı (kabul etmenin) gerekliliğini bilmenin yoludur…”İbn Fûrek‘in naklettiğine göre de İmam el-Eş’arî, âkil-baliğ insanın sorumluluklarının ilkinin, nazar ve istidlal yoluyla Allah Teala‘yı bilmek olduğunu söylemiştir. (Mücerredu Makâlâti’ş-Şeyh Ebi’l-Hasan el-Eş’arî, 250.) Adı geçen eserin birçok bahsinde bu doğrultuda başka ifadeler de mevcuttur.(Burada istitraden bir noktanın altını çizelim: Başta Fazlur Rahman olmak üzere pek çok modernistin iddia ettiği gibi İmam el-Eş’arî, “Kulda bir kudret vardır; ancak bu kudretin fiillerin meydana gelmesine herhangi bir etkisi yoktur” dememiştir.
Bir diğer deyişle İmam el-Eş’arî‘nin konuyla ilgili vakıf olabildiğim hiçbir ifadesinde kulun, fonksiyonsuz bir kudrete sahip olduğu ifade edilmiş değildir. Fonksiyonsuz ve tesirsiz bir kudret “determinizm” (cebr) demektir ve –çok net olarak söylüyorum– “Eş’arî determinizmi” denen şey, İmam el-Eş’arî‘ye yapılmış açık bir iftiradır!)Şu halde Ehl-i Sünnet‘in bu iki imamının konuya yaklaşımı arasında çok büyük bir farklılık bulunmadığını söylemek durumundayız.
Bu noktada başa dönüp okuyucu sorusunu hatırlayacak olursak:
“Allah (cc), dini ile imtihan etmeyeceği ruhu neden et giydirip dünyaya yollasın, hesap gününde hesaba çeksin ve sadece kötülüklerine ceza versin, sonra da yok etsin? Daha da ötesi, yok edeceği ruhu neden yaratsın ve misak alsın? Münkir-mümin bir yana, neticede eşref-i mahlukattan bahsediyoruz. Yoksa meseleyi “hikmetinden sual olunmaz” sınıfına mı sokmalıyız?”
Son derece haklı bir yaklaşım bu; elbette Allah Teala‘nın hiçbir fiili –haşa– “abes” değildir. Kendisine akıl, temyiz kabiliyeti vb. özellikler verilmiş bir insanın, bu dünyada var oluş sebebini araştırmak gibi en temel görevini ihmal ettiği halde bu durumun karşılıksız bırakılacağını söylemek doğru olmasa gerek.
Okuyucu sorusu şöyle devam ediyordu:
“Öte yandan Maturidi görüşü ele alırsak, akıl sahibi herkesi –tebliği alsın, almasın; beşeri, ailevi, coğrafi ve tarihi konumu ne olursa olsun– mükellefiyet/taahhüt altına sokmuş olabiliriz ki, bunun da insanı, haşa, “o zaman risalet, nübüvvet müesseselerine (bilhassa tevhide davet vechi ile) ne gerek vardı” demeye kadar götürmesi işten bile değildir.”İşte meselenin bu kısmına katılamıyorum. Her insanın mükellefiyeti kendi durumu ölçüsünde şekillenir. Tebliğe muhatap olmuş insanın mükellefiyeti ile tebliğden habersiz yaşayıp ölmüş insanın mükellefiyeti elbette aynı değildir. Risalet/nübüvvet kurumu, insanı, zaruriyyatıyla, haciyyat ve tahsiniyyatıyla bütün bir Din‘den haberdar kılmak için vardır ve bütün hassasiyetiyle itikadiyyat alanı da elbette bu bütünün içindedir.Hitamı misk olsun diye zikredeceğim şu ayetler üzerinde bihakkın düşünebilseydik belki meseleyi bu kadar uzatmamıza gerek kalmayacaktı:”Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi toptan iman ederdi. O halde insanları hep mü’min olsunlar diye sen mi zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse iman edemez. Akıllarını güzelce kullanmayanları Allah pislik içinde bırakır.” (10/Yûnus, 99-100)
Milli Gazete – 9 Aralık 2004