Din’de yenilik ya da ahkâmda değişim arayışı içinde olanların hemen tamamının, İslam’ın ilk üç asrına sıklıkla gönderme yapmasını bir tesadüf olarak görebilir miyiz?
Şüphesiz hayır!
Bu kesin cevabın ardından, meselenin “niçin”ini biraz kurcalayalım.
Öyle görünüyor ki, ilk üç asırda İslamî ilimlerin metodolojilerinin henüz sistematik halde teşekkül etmemiş olması önemli bir sebep. En az bunun kadar önemli bir diğer sebep de Hadis musannefatının bugün elimizde olduğu şekliyle henüz vücut bulmamış olması. Bir de tabii, Fıkıh sahasında henüz “mezhep” olgusunun yine bugün olduğu şekliyle tam bir “kurumsal hüviyet”i haiz bulunmuyor oluşu…
Peki bütün bunlar şunu mu gösteriyor: Eğer o döneme kadar geri gidebilirsek, İslamî ilimleri her anlamda yeniden teşekkül ettirebilir, “farklı” ve “alternatif” bir İslamî ilimler modeli ortaya koyabiliriz.
Beklenti bu, ama bu beklenti gerçeğe ne ölçüde tekabül ediyor? Yani o döneme kadar geri gitmeyi başarabilirsek, İslamî ilimlerin şu an mevcut olandan farklı bir muhteva ve formda yeniden teşekkülü söz konusu olabilir mi? Ve buna bağlı olarak farklı bir İslam telakkisi mümkün olabilir mi?
Bu noktayı teorik zeminde uzun boylu tartışmak mümkün. Ama bunun bir fayda ya da netice getirmesini beklemek beyhude olur. En iyisi bu beklenti ya da iddiayı bir-iki örnek üzerinden test etmek.
İmam Ebû İshak eş-Şâtıbî, el-Muvafakât’ında “klasik” Usul-i Fıkıh sistemine alternatif (!) olarak Makasıdu’ş-Şeri’a konseptini geliştirmiş. Daha doğrusu “makasıd” konusunda kendisine kadar gelen Usulî birikimi sistematize ederek bütüncül ve müstakil bir sistem haline koymuş.
“Klasik” Usul-i Fıkh’a, dolayısıyla onun üzerine ibtina eden “klasik” Fıkh’a yaptıramadığımız birçok şeyi, “makasıd” temelli Usul anlayışına ve onun üzerine tesis edilecek Fıkh’a yaptırabilir miyiz?
Aynı soruyu, hatta daha bir sağlam biçimde Muhammed et-Tâhir b. Âşûr’un çalışması hakkında da sorabiliriz. “Daha bir sağlam biçimde” dememin sebebi, İbn Âşûr’un, Makasıdu’ş-Şerâti’l-İslâmiyye adını verdiği çalışmasında “makasıd” temelli bakış açısını Usul-i Fıkıh’tan farklı, müstakil bir yapı olarak görmesi, hatta bir anlamda ona alternatif teşkil ettiğini düşündüğünü düşündürten bir tavır içinde olması…
Gerek eş-Şâtıbî, gerekse İbn Âşûr, adı geçen eserlerinden sonra da önemli ve “makasıd” temelli yaklaşımı pratize etme imkânı sağlayan çalışmalara imza atmışlar. O çalışmaların incelenmesiyle “makasıd” temelli yaklaşımın sahiden “alternatif” teşkil edip edemeyeceğinin tesbiti mümkündür. Daha da önemlisi, o eserlerin müelliflerinin Usul’de ve füruda bugünkülerin hedeflediği değişimi öngörüp görmediklerini somut olarak ortaya koymak hayli kolaydır.
İnşaallah birkaç gün sonra elinizde olacağını umduğum Rıhle dergisinin ilk sayısındaki Murat Hafızoğlu yazısı bu önemli meselenin üstüne gidiyor. Bir makale hacminde ne kadar yapılabilirse o kadar, bu iki müellifin böyle bir niyet taşımadığını örnekleriyle ortaya koyuyor.
Bu, işin bir veçhesi. Öbür veçhesinde de “İslam medeniyeti” denen vakıayı ortaya koyan birikimin görmezden gelinmesi cinayeti var. Bu muazzam birikimi son tahlilde bir “arıza” durumu olarak tesbit eden, bir arızanın bin yıl devam etmesini mümkün gören ve Ehl-i Kitab’ın yaşadığının aynısı olmasa bile bir benzerini İslam Ümmeti’nin yaşadığı iddiasını sahiplenen bir anlayışın bu kadar revaç bulması belki üzerinde düşünülmesi gereken asıl mesele…
Milli Gazete – 7 Nisan 2008