Ahir zamanda Müslümanların yaşadığı savrulma büyük ölçüde kendisini “dünyevîleşme” olarak ortaya koyuyor. Uluslar arası sistemin yerel yansımaları İslamî oluşumlar özelinde “yeni arayışlar” tarzında tezahür ederken, aslında sistemin meşruiyetinin tescilinden başka bir işe yaramıyor.
“Dârihim mâ dümte fî dârihim, ardihim mâ dümte fî ardihim” (Onların toprağında olduğun sürece, kendileriyle iyi geçin, durumu idare et ve onların hoşnutluğunu kazanmaya bak) sözünde ifadesini bulan tavrı benimseyen kesim, bir süre sonra mankurtlaşıyor, “ev sahipleri”nin tarafına geçiyor ve kardeşlerinin karşısına dikiliyor.
Savrulmanın bu çeşidi sadece “ideolojik” planda gerçekleşmiyor. Bu sürecin başlangıcını, güç ve etiket sahibi olma, kabul görme gibi saikler teşkil ediyor. “Ev sahipleri”nin değer yargıları ve ölçüleri kabul edildiğinde kaçınılmaz sonun adı “mankurtlaşma” oluyor.
Bundan sonrası “dünyevîleşme”nin tabii yansımalarından ibaret: Hayat standartlarını olabildiğince yükseltmek, mümkün olduğunca kaliteli ve fazla tüketmek, “özgürlüğün” ve “başarının” tadını çıkarmak. Ya da bunları yapamıyor olsa da, yapabilecek aşamaya gelmeyi hedeflemek.
Bu bir “kopuş” ve “savruluş” durumudur şüphesiz. Değerlerinden, aidiyetlerinden ve kimliğinden kopuş ve yabancı bir dünyaya savruluş… Birinci yanlışımız bu.
İkincisine gelince, onun da zihin kodlarını –tıpkı ilki gibi– modernite/sekülarite oluşturuyor. Şu farkla ki o, modern/seküler hayat tarzının vücut verdiği kapitalistleşme sürecine yine modern/seküler bir tavırla itiraz eden konumunda pozisyon alıyor ve “kapitalistleşme yanlış; doğrusu komünistleşme” diyor!
Her iki yanlışın da “İslamî” gerekçelere yaslandığına özellikle dikkat edin. İlk yanlışı işleyenler “realist” davranmayı tercih ederken sırtını “gücünün yettiğinden fazlasından sorumlu değilsin”e dayıyor. İkinci yanlışın sahipleri ise “idealist” davranmak adına “Ebû Zerr”i öne çıkarıyor.
İlk yanlışı işleyenler “özgürlük” derken, ikinciler “adalet” diyor ve her ikisi de temel referansların bu ve benzeri kavramlara yaptığı vurguyu öne çıkarıyor.
Hal-ı hazırda her iki tutumun da uluslar arası sistemin onayladığı sınırlar içinde hareket etme arızasıyla malul olduğu açık. Kullandıkları temel kavramlar bunun en bariz göstergesi. Bizim için ikinci önemli nokta da her iki tutumun, İslam tarihinin uzun geçmişinde ayaklarını basabileceklerini düşündükleri zeminlere yaptıkları abartılı vurgular.
İlk tutum Mu’tezile’ye abanırken, ikinci tutum İhvan-ı Safa ve Karmatîlik gibi figürleri köpürtmenin peşinde. Yani “çağdaş” arızalar kendilerini “tarihsel” arızalarla refere ediyor. Ne garip tecelli değil mi!
Hakikat şu ki ne Mu’tezile ile “özgürlükçüler”, ne de İhvan-ı Safa ve Karmatîlik ile “adaletçiler” arasında sahici bir irtibat var. Bunlar tamamen “kurgusal” irtibatlardır ve bütün bu kesimler arasındaki tek ortak nokta “arızalı” duruşlarıdır. Asıl irtibat, fikrî nesep ilişkisi halinde onlarla Batılı modern/seküler değerler arasında aranmalı. Her iki kesim de gerçekçi ve dürüst davranmak istiyorlarsa, duruşlarına temel karakterini veren Batılı zihin kodlarını perdeleyerek Kur’an ve Sünnet’i tarihsel arızalara indirgeme cürmünü işlemeyi sürdürmemeli ve ait oldukları dünyanın içinden konuşmalıdırlar.
Allah hepsinden razı olsun, ne Hz. Ebû Bekr, Osman ve Abdurrahman b. Avf “kapitalist”ti, ne de Ebû Zerr, Selman ve Mikdat “komünist”!
Efendimiz (s.a.v)’in vahyin kılavuzluğunda inşa ettiği birey ve toplumdan ne “özgürlükçüler”in, ne de “adaletçiler”in hayalindeki dünya çıkar! O, zenginlerin servetine ne cebren el koydu, ne de azgınlaşıp önüne geleni ezebileceği bir alan açtı. Zengine zenginlik içinde, yoksula da yoksulluk içinde Allah’ı razı etmenin ve Allah’tan razı olmanın yollarını öğretti. Böylece zengin zenginliğiyle, yoksul yoksulluğuyla Müslüman olmayı ve Allah’a ulaşmayı öğrendi.
Milli Gazete – 21 Mayıs 2010