“Üç büyük din Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam tarihte herkesin bildiği bir anın ertesinde doğdu; Tanrı Demir Çağı’nda adına İbrahim denilen bir şeyhe göründü ve onu sonsuza kadar sürecek bir yükümlülükle bağladı. İbrahim ki, bütün inananların babası, bu üç toplumda Tanrı’ya ibadet edenlerin inancının ve ilahiyatın özü oldu.”
Arka planını “üç dinin eşitliği” anlayışının oluşturduğu girişimin yeni bir adımı ile karşı karşıyayız. İtiraz ettiğinizde “barış düşmanı”, “iyi niyet celladı”, “şiddet ve terör yanlısı” olarak yaftalanmanız işten değil. Zira “birlik”, “inanç” ve “misafirperverlik” sloganları eşliğinde amaçlarını “Ortadoğu’da bir yol açmak, peygamberin ayak izlerini takip etmek (ve) saygıyı adım adım yaymak” olarak deklare ediyorlar. Güzergâh Harran’dan başlıyor, Suriye ve Ürdün üzerinden Filistin’deki el-Halil’de sona eriyor. Projenin getirilerini de şöyle izah ediyorlar: Dinî/kültürel bakımdan kutsal yerlerin onarılması, ekonomik bakımdan binlerce iş alanı oluşturulması, çevresel bakımdan yol boyunca doğanın korunması… Benzer girişimler daha önce Avrupa’da da olmuş ve hayli “olumlu” sonuçlar vermiş. “İbrahim Yolu Projesi”ne de onlar ilham kaynağı olmuş…
Yazının başında verdiğim paragraf, “Neden Hz. İbrahim?” sorusuna, girişimi başlatanların verdiği cevabı yansıtıyor. Kur’an’ın ve Efendimiz (s.a.v)’in Hz. İbrahim (a.s)’a, diğer dinlere, o dinlerin kendilerini Hz. İbrahim (a.s)’a nisbet etmelerine ne dediğini sormaya gerek var mı? Esasında karşı karşıya bulunduğumuz durumun vehameti dolayısıyla ne kadar tekrar edilse yeridir, ancak bu noktaları bu yazıda tekrar etmeyeceğim.
Bu paragrafın İslam’dan onay alıp alamayacağı yahut Projenin Harvard Üniversitesi Küresel Müzakere Birimi tarafından ortaya atılmış olması ve finansörleri arasında Rockefeller Vakfı’nın bulunması üzerinde de durmayacağım.
Dikkat çekmek istediğim problem, İslam ile diğerleri arasında “ortak noktalar” tesbit etmeye dayanan yöntem. Yani bu ve benzeri girişimleri –ki üst başlık “Dinlerarası diyalog” veya “Medeniyetler buluşması”dır– mümkün kılan “bilinç kayması” durumu. Bir Müslüman, “Hz. İbrahim (a.s) Ümmet-i Muhammed’in, Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın ortak atasıdır” diye düşünmeye başladığı anda o “arzu edilen” bilinç kayması durumunu yaşamaya başlamış demektir. Daha önemlisi ise, bunun bir adım sonrasında, “Ben Müslüman’ım” diyenlerin, İslam ile diğerleri arasındaki en temel teolojik/itikadî farklılıkların sıfırlanmasından hiçbir farkı olmayan “empati” sürecine girmesidir. İşte o zaman mesele gelip şu sorunun cevabına dayanıyor: Bir Müslüman itikadî zeminde kendisini bir Yahudi veya Hristiyan’ın yerine koyabilir mi? Eğer eşyanın bir tabiatı varsa –ki Kelam kitaplarımız “Eşyanın hakikati sabittir” der– bu soruya olumlu cevap vermek işte o tabiata aykırıdır. Belki suyu yukarıya akıtabilirsiniz, ama bu soruya “evet” demeniz kendinizi inkâr olacağından, mümkün değildir!
Dinlerarası diyalog sürecinin böyle bir bilinç kayması durumu ile başladığını söylemek birilerince “çok abartılı” bir tesbit olarak ifade edilebilir. Ancak sürecin, kitleler nezdinde böyle bir bilinç kaymasına yol açmayacağını, hatta açmadığını kim iddia edebilir?
Birileri bizi nasıl görmek istiyorsa kendimizi öyle tarif etmek üstümüze bir “ahir zaman bid’ati” olarak yapıştı sanki.
Milli Gazete – 18 Kasım 2006