Yakında inşallah tamamlamak üzere yoğun bir şekilde üzerinde çalıştığım Doktora tezimin yazımı esnasında Hz. Ömer (r.a)’in, kaza (yargı) işini yürüten bürokratlarına yönelik talimatnamelerinde, önlerine getirilen davaları “iyi anlamaları” yolundaki ısrarına dikkat çektim. Bugün bu vesileyle zihnimde çağrışım yapan bir anekdotu sizinle paylaşmak istiyorum.
Kur’an ve Sünnet‘ten hüküm çıkarma işinin ne kadar büyük bir dirayet ve vukufiyet istediğini, ne kadar ciddi bir iş olduğunu, es-Saymerî‘nin “Ahbâru Ebî Hanîfe“sinde (21-2) geçen şu olay oldukça çarpıcı biçimde anlatıyor:
Kadılık görevini yürüten İbn Ebî Leylâ‘ya iki davacı gelmişti. Adamlardan birisi şöyle dedi:
– Şu adam anneme zina iftirasında bulundu ve bana “zinâkar kadının oğlu” diyerek sövdü.
İbn Ebî Leylâ, diğer şahsa dönerek, bu iddia hakkındaki savunmasını sordu. Bunun üzerine İmam Ebû Hanîfe araya girerek şöyle dedi:
– Bu adama niçin davasını soruyorsun? Onun, davacı durumundaki kişiyle bir davası olmamalı. Davacı kişi, bu zatın, annesine zina iftirası attığını söylüyor. Peki bu adamın annesinin kendisine vekâlet verdiği sence sabit mi? İbn Ebî Leylâ,
– Hayır, dedi.
– Öyleyse davacı kişiye dön ve annesinin ölü mü, yoksa sağ mı olduğunu sor. Eğer annesi hayattaysa, elinde vekâlet olmadan annesinin hakkını aramak ona düşmez. Eğer ölmüşse, o zaman başka bir durum ortaya çıkar.
Bunun üzerine İbn Ebî Leylâ, davacıya dönerek annesinin hayatta olup olmadığını sordu. Adam, annesinin hayatta olmadığını söyleyince durumu bir beyyine ili isbatlamasını istedi. Adam beyyine getirince İbn Ebî Leylâ, davalı durumundaki kişiye iddia hakkında ne diyeceğini sordu.
İmam Ebû Hanîfe yine araya girerek şöyle dedi:
– Davacıya sor bakalım, annesinin ondan başka varisi var mıymış? Eğer kardeşleri varsa, annenin hakkını aramak onun olduğu kadar diğer kardeşlerinin de işidir. Eğer bu adam tek varis ise, durum değişir.
İbn Ebî Leylâ adama dönerek kendisinden başka varis olup olmadığını sordu. Adam olmadığını söyleyince yine durumu delillendirmesini istedi. Adam durumu delillendirince yine davalıya ne diyeceğini sordu. Ancak İmam Ebû Hanîfe bir kere daha araya girdi ve şöyle dedi:
– Davacıya, annesinin hür mü, yoksa köle (cariye) mi olduğunu sor. İbn Ebî Leylâ adama bu soruyu sordu ve “hür” cevabını alınca, durumu yine isbatlamasını istedi. Adam annesinin hür olduğunu isbatlayınca tekrar ne diyeceğini sormak üzere davacıya döndüğünde İmam Ebû Hanîfe
– Annesinin Müslüman mı, zimmî mi olduğunu sor, dedi. Adam annesinin Müslüman olduğunu isbatlayınca İmam Ebû Hanîfe, İbn Ebî Leylâ‘ya dönerek,
– Şimdi davalı durumundaki kişiye ne diyeceğini sor, dedi. Adam, iddiayı inkâr edince davacıya dönerek, iddiasını isbatlayacak beyyinesi olup olmadığını sordu. Adam, şahitleri bulunduğunu söyleyince, onları getirmesini istedi. Şahitler geldiğinde İmam Ebû Hanîfe oradan ayrılmak üzere kalktı. İbn Ebî Leylâ, şahitleri dinleyene kadar beklemesini istedi ise de, gitmekte ısrar etti ve ayrıldı.
E-posta adresime gelen bir okuyucu sorusunda şöyle deniyor: “Yaşar Nuri Öztürk bir konuşmasında asr-ı saadette hutbelerin cuma namazını müteakip okunduğu, hutbenin, cumadan mukaddem okunmasını Emeviler’in İslam’a yamadığı ve bunu farz gösterdiği, şeklindeki iddiası doğru mudur? Cuma suresinin son ayetinin “ve ileyha terakûke” (seni ayakta terk ettiler) tefsirinde sahabenin hutbeyi dinlemeden mescidi terk etmesi, cumanın hutbeden önce kılındığını gösteriyor. Yaşar Nuri haklı mıdır? değilse bu ayet neyi anlatıyor?
Yukarıda naklettiğim olay, hakkıyla “hüküm verme” işinin nasıl olması gerektiğini ortaya koyarken, Öztürk‘ün yaptığı “ahkâm kesme”nin güzel bir örneği! Öztürk daha önce bu iddiasını “İslam Nasıl Yozlaştırıldı” adlı kitabında (155-6) da dile getirmişti. “Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler“in –tamamlanmayı bekleyen– ikinci cildinde de ele aldığım bu meseleyi bir sonraki yazıda tartışalım.
Milli Gazete – 27 Nisan 2004