Hukuk Devletinin Neresindeyiz?

Ebubekir Sifil2010, Gazete Yazıları, Mart 2010

Yüzde 99’unun Müslüman olduğu sıkça söylenen bir ülkede yaşıyoruz ve en büyük mağduriyetlere bu ülkede Müslümanlar maruz bulunuyor. Müslüman bir hanımın, çarşafıyla gittiği bir resmî kurumda ne tür bir “psikolojik baskı”ya maruz kaldığını, “mahalle baskısı” naraları atanlar elbette düşünmez. Bu, adaleti sağlayıp haksızlığı engelleme iddia ve sorumluluğundaki hukuktan başlayıp icraya kadar uzanan geniş yelpazede sorumluluk makamında olan herkesin ortak problemi olmalıdır.

Bir an için farz edelim ki, “mahalle baskısı” diye bir olgu gerçekten var ve bazı kesimler ahlak anlayışlarına, geleneklerine ve inançlarına aykırı işlerin gözlerinin önünde icra edilmesinden hoşlanmıyor; lise çağındaki gençlerin, ellerinde bira kutularıyla mahalle aralarında, parklarda kızlı-erkekli “free takılması”nı doğru bulmuyor ve tepki gösteriyor.

Diyelim ki bu tepki, onların özgürlüklerini kısıtlamak anlamına geldiği için yanlıştır. Ancak “mahalle baskısı” olgusunun hiçbir yaptırıma tekabül etmediği, ayrıca belirtmeye gerek bırakmayacak kadar açıktır.

Madalyonun öbür yüzünü çevirdiğimizde karşımıza “kanun baskısı” çıkıyor. Bu ülkede “mahalle baskısı” diye bir şeyden söz etmek doğruysa, bunun “kolluk gücü korkusu”na dönüşmesinin söz konusu olmadığı aşikâr. “Kanun baskısı”nın, kitlesel tarvamalara yol açan genişlik ve derinlikte etkiler yaptığını ona maruz kalan geniş kitleler çok iyi biliyor.

Burada bir noktanın altını özellikle çizelim: “Kanun baskısı” dediğim şeyin hukukla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu ikisi arasındaki fark, “kanun devleti” ile “hukuk devleti” arasındaki farka tekabül eder. Bu ülkede yargının, kimi zaman “hukuka aykırı” olduğu halde “kanuna uygun”luk gerekçesiyle tartışmalı kararların altına imza atabildiğini, kolluk kuvvetlerinin ise, “kanuna uygunluğun” dahi temin edilemediği pek çok olayda “kitabına uydurma” anlamına gelen uygulamalar yapabildiğini söylemek ne yazık ki şaşırtmıyor.

Hukuk mekanizmasının işletiliş biçimindeki tutarsızlıkların ve bunun ortaya çıkardığı arızalı durumun çarpıcı tezahürlerinden birini Salih Mirzabeyoğlu olayında görüyoruz.

Mirzabeyoğlu bir fikir adamı. Herhangi bir terör eylemiyle herhangi bir biçimde irtibatı olmamış. 1998’de terör örgütü liderliği suçlamasıyla yargılandı ve müebbet hapse mahkûm oldu. Türkiye kamuoyu, şu anda Bolu F tipi cezaevinde tek kişilik bir hücrede tutulan Mirzabeyoğlu’nun mahkûmiyeti ile birlikte farklı bir kavramla da tanıştı: Telegram.

Karmaşık bir yapısı ve pek çok çeşidi olduğunu öğrendiğimiz telegram, işkencenin “çağdaş” versiyonu. İnsanda hem ruh, moral, hem de beden olarak çok yönlü tahribatlar yapan bu işkence türünün ispatı adeta mümkün değil ve Mirzabeyoğlu’nun avukatları, kendisinin yıllardır bu işkenceye maruz bulunduğunu söylüyor.[1]Bu konuda bkz. http://www.timeturk.com/Mirzabeyoğluna-yapılan-işkenceleri-anlattı_115642-haberi.html

11 yıllık cezaevi dönemi boyunca yazdığı 15 kitapla birlikte eserlerinin sayısı 56’yı bulan Mirzabeyoğlu’nun aldığı bu ceza ve maruz kaldığı işkencenin “fikir özgürlüğü” ile nasıl bağdaştırıldığı araştırmaya değer bir husus..

Masum insanların hayatına kast eden eylemlere bulaşmış olmak İslam’ın hiçbir şekilde onaylamadığı bir husus. Samimi bir mü’minin, günahsız insanların canına kast etmesi ya da buna teşvik etmesi elbette düşünülemez. Mirzabeyoğlu’nun da bu tür bir eyleme iştiraki ya da teşviki ispat edilmişse cezalandırılması normaldir. Ama sağduyu ve vicdan sahibi insanların avukatlarının beyan ve iddialarına kulak vermezlik etmesi de mümkün değil.

Bu ülkede hukuk adına, insan hakları ve özgürlükler adına yazıp konuşan kimse ve kesimlerin bu olay hakkında ısrarlı bir suskunluk içinde olması gerçekten son derece manidar.

Milli Gazete – 15 Mart 2010

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 Bu konuda bkz. http://www.timeturk.com/Mirzabeyoğluna-yapılan-işkenceleri-anlattı_115642-haberi.html