Bu ülkede özellikle “İslamî kesim” bağlamında “…cı”, “…cu” gibi takılarla dile dökülen alt-kimlik kodları, modern dönemde İslam‘ın maruz kaldığı operasyonlar karşısında insanımızın birer “sahil-i selamet” telakkisiyle sığındığı korunakları ifade ediyor; bu doğru. Ancak ne yazık ki hadise bu kadarla sınırlı değil.
Bu tarz kompartımanlaşmaların, zaman içinde, ait ve işlevsel oldukları tarihsel çerçeveyi aşarak ma’tufun aleyhleri etrafında “izafi-mutlak” yapılara dönüş-türül-mesi, sadece, belli bir aktüalite içinde değerli, geçerli ve anlamlı olanın mutlaklaştırılması yanlışını doğurmakla kalmadı, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak “mutlak olan”ı “izafi olan”ın çerçevesine hapsetme yanlışına da vücut verdi.
Sözünü ettiğim yapıların sosyo-kültürel yansımalarını “aynel-yakîn” gördüğümüz için bu nokta üzerinde ayrıca durmayacağım…
Bediüzzaman merhumun bıraktığı mirasın birçok noktada –”Risale-i Nur“dan aktüel duruma tesbit/onay elde etmek için– birbirinden oldukça farklı okumaların nesnesi haline getirilmiş olması, “tarihsel olan”ın evrenselleştirilmesinden, yani “sündürülmesi”nden başka bir şey değildir.
Oysa onun özellikle kendi dönemine ilişkin tesbitleri, aslî değerini –tıpkı diğer ulemanınki gibi–, “evrensel hakikat“in belli bir tarihsel durum özelinde takdimi ve belli bir aktüel durumda tahkimi olmak hasebiyle bulmuştur.
Bizzat kendisinin, temel çabasını, “İlm-i Kelam‘ın güncellenmesi” olarak tanımlayabileceğimiz bir amaca teksif etmiş olması, bu tesbitleri onun da kendisinden önceki ulemanın bıraktığı miras hakkında yaptığının ifadesidir.
Elbette bunu söylemekle onun yazdığı/söylediği her şeyin “miadını doldurmuş” olduğunu ileri sürüyor değilim. Tıpkı bizler gibi, bizden sonra gelecek nesiller için de, hem onun hem de diğer ulema ve sulehanın rehberliğinden istiğna hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır.
Ancak nasıl Bediüzzaman merhum, varisi olduğu mirası “tüketmek” yerine “üretme” yoluna gitmiş ve bütün varlığıyla bu uğurda bezl-i cehd etmişse, öncelikle takipçisi olduğunu söyleyenlere, ardından hepimize düşen de, biteviye aynı kalıplar içinde tekrarlamak ve virgülüne dahi dokunulmasını “günah-ı kebair“den de öte bir cürüm saymak suretiyle “tüketmek” yerine, Bediüzzaman merhumun eserlerini, her halukârda şerh, tehzib, tensik, tenkih, istidrak… ne gerekiyorsa yaparak yeniden ve yeniden “üretmek”tir!..
Acaba bugün yaşıyor olsaydı; İslam dünyasına yönelik “savaş“ını entelektüel zeminden siyasî ve askerî zemine kaydırdığını “resmen” açıklayan ve bu topraklarda yürüttüğü misyonerlik faaliyetlerinde elde ettiği “zafer”i(!) “Milyonlar Muhammed’e karşı” sloganıyla duyuran Vatikan‘ın, fırsatı ganimet bilerek ucu İstanbul‘u ve Anadolu‘yu Bizanslaştırmaya kadar gidebilecek bir anlayış içinde var gücüyle Ekümeniklik elde etmeye abanan Ortodokslar‘ın ve misyonerlik faaliyetleri bağlamında amacı belli bir program içinde hergün basına bir başka türü yansıyan karanlık/kirli operasyonlarla ülkemiz ve insanımız üzerinde gelecek hayalleri kuran Protestanlar‘ın tavrını görseydi,
Evet Hristiyan dünyanın, artık hiç kimsenin gizlisi olmayan bu tavırlarını görmüş olsaydı, “… şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhânîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor” tavrında ısrarcı olur muydu? Bugün İslam dünyasının üzerine dört koldan ve bütün unsurlarıyla gelen “nisbî” küfre, Sultan II. Abdülhamid han merhum dönemine yönelttiğinden daha hafif de olsa bir tenkit yöneltmez miydi?
Bu soruların cevabı, bugün birkaç parçaya bölünerek “düşman kardeşler” haline gelmiş bir camianın hangi kesiminin “Bediüzzaman telakkisi”nin doğru kabul edilmesi gerektiği problemine de doğrudan taalluk ettiği için son derece önemlidir…
Söz konusu yazıma yöneltilen eleştirilerden biri bana, Bediüzzaman merhumu “doğru anlamak” adına, “Said Nursî’nin Hıristiyanlıkta vuku bulmasını beklediği tasaffi, yani arınmanın türü, Hıristiyanların İslâm’a girmek için dinlerini terketmesi değil; ondan ziyade, onların hayır olan şeye zaten sahip olan dinlerini tamamlamaları, kemale erdirmeleridir” diyen Thomas Michel‘i işaret ederken, diğerinin sahibinin, “Demek oluyor ki; o Îsevî cemaat, bâtıl Hıristiyanlık dinini terk ederek Hz. Îsâ (as)’ın dîn-i hakîkîsi olan İslâmiyyeti kabûl edecekler ve Kur’ân’a iktidâ edecekler. (…) Yoksa “Hristiyan olarak kalacaklar” demek değildir” diyen bir eseri neşre hazırlayan kişi olması, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir problemle yüz yüze bulunduğumuzu gösteriyor değil midir?
Üstelik bu muhteremlerin ikisi de benim Bediüzzaman merhumu anlamadığımı üzerine basa basa söylüyor! Acaba problem benim Bediüzzaman anlayışımda mı, yoksa bugünün “düşman kardeşler”inin farklı yönelişlerine ilham kaynağı –hatta belki “gerekçe!”– olarak görülen külliyatın bugünün aktüalitesine ilişkin yanının böyle bir ayrışmayı mümkün kılan yapısında, dilinde ve tarihselliğinde mi?..
Sonuç olarak;
“Sahih dinî çizgi“ye her ne pahasına olursa olsun bağlanmak ile, o çizgi üzerinde yürüyen alimlerin özellikle kendi dönemlerinin verileri temelinde ortaya koydukları tesbitlere her ne pahasına olursa olsun bağlanmayı/sahip çıkmayı birbirinden tefrik etmek ve ölçüyü şahıslara göre değil, şahısları ölçüye göre ayarlamak zorundayız.
Burada bahse konu olan şahsın fazileti, takvası, cihadı, hizmetleri ve ilmî mevkii elbette teslim edilmek, gözetilmek, zedelenmemek durumunda; ama onun şahsî görüşleri ile, temsil ettiği ve kendisiyle var olduğu “değerler“, yani “mutlak” ile “izafi” arasında bir tercih yapmak durumunda kalmışsak, elbette önceliği ikinciye vermek zorundayız…
Milli Gazete – 10 Mart 2005