Bu yazıyı merhume annemin rahatsızlığının iyice arttığı günlerde kaleme almıştım. Hayli uzun olduğu için teknik servisteki arkadaşlar, ancak ikiye bölünerek verilebileceğini söyledi. Bugüne sarkan ikinci kısmda annemden “merhume” diye söz etmek varmış demek… Rabbim kabrini nur eylesin…
Yazının ikinci kısmına geçmeden önce taziye ve rahmet dileklerini telefonla ileterek acımızı paylaşma inceliği gösteren muhterem Necmeddin Erbakan hocama, Numan Kurtulmuş, Oğuzhan Asiltürk, Ahmet Tekdal, Oya Akgönenç ve eşine; evimize kadar gelen Şevket Kazan, Yasin Hatiboğlu, Lütfi Esengün, Abdullah Aslan, Muhittin Yıldırım, Habip Düzcan, Yaşar Canbay, İsmail Hakkı Akkiraz ve Bilal Gülmez’e,
Vefat haberini ilk günden duyurarak dua sağanağı başlatan, başta Necdet Kutusal olmak üzere bütün Milli Gazete ekibine
Hava muhalefetine rağmen bizi yalnız bırakmamak ve acımızı paylaşmak adına Ankara dışından koşup gelen, başta –”halde haldaşım, yolda yoldaşım”– Daru’l-Hikme ekibi olmak üzere bütün kardeşlerime,
Bizzat gelerek, telefon ederek, e-posta veya sms yoluyla taziyelerini ileten ve isimlerini burada zikredemeyeceğim vefakâr gönül dostlarımın her birine,
Ve ayrıca, sıcak ve anlamlı mesajı için muhterem Fethullah Gülen hocaefendiye gönül dolusu teşekkürlerimi iletiyorum.
Ünvan ve etiketleri bilerek yazmadım. İnsana sonradan eklemlenen bütün maddi taallukların sıfırlandığı ve bütün yalınlığıyla “ölüm”ün tek hakikat olarak her şeyin içini doldurduğu bir bağlamda etiketlerin sahiciliğinden bahsetmek yapmacık duracaktı…
- ●●
Hastahane süreci devam ederken doktorundan hemşiresine ve sivil memuruna kadar bir kısım muhataplarımızdan gördüğümüz muamele bana hep Avrupa seyahatlerimden birinde bir kardeşimizin anlattığı olayı hatırlatıp durdu.
Sıkıntılı bir hamileliğin son aşamasına gelmiş bulunan eşini hastaneye götüren o kardeşimiz, ilgili servisin sorumlu hemşiresi (veya doktoru?) tarafından şaşırtıcı bir ilgiyle karşılanmış. Hastanın her meselesiyle bizzat ilgilenen o görevli, kardeşimizde sıcak bir intiba bırakmış tabiatiyle. O süreçte bir gün o bayanı hastane bahçesinde görmüş ve selam vermiş. Ama bayan, kardeşimizin hiç beklemediği bir soğukluk göstermiş, hatta selamını dahi almamış. Ertesi gün yine hastanede karşılaşmışlar ve yine eski sıcak ilgi… Kardeşimiz dayanamayıp sormuş: “Bize burada başından beri gösterdiğiniz yakın ilgiye binaen dün dışarıda size selam verdim; almadınız. “Acaba bir şey mi oldu” diye düşünürken bugün burada yine eski sıcak ilginizle karşılaşıyorum. Bu değişken tavrınızın sebebi nedir acaba?”
Görevli bayan gayet tabii bir tavırla şu anlamda bir karşılık vermiş: “Ben burada size “hizmet veren” konumundayım. Burada size ilgi ve yakınlık göstermek benim görevimin bir parçası. Bunun için para alıyorum. Mesaim bitince görevim de biter. Dışarıda size yakınlık göstermek ve sizinle selamlaşmak görevimin gereği olmadığı için öyle davranmam tabiidir…”
Kendi insanımıza, Avrupalı’nın gösterdiği “mekanik ilgi”yi dahi gösteremeyen bir kısım görevlilerden gördüğümüz tavır “yazıklar olsun” dedirtiyor ister istemez.
Valideyi, vefat ettiği hastaneye götürdüğümüzde oradaki bir kısım görevlilerde “Biz bu türlü hastaları evlerine gönderiyoruz”la başlayıp devam eden cümleler belki en sık karşılaştığımız tavrı yansıtıyordu: Sizin hastanıza lütfen ve keremen bakıyoruz! Uzun süre yatmaktan, annemin arka tarafında geniş bir bölgede yatak yarası oluşmuştu. Böbrekleri düzgün çalışmıyordu; iki-üç günde bir diyalize alıyorlardı. Serumdan iki kolu da şişmişti ve artık kasıktan taktıkları kateterler vasıtasıyla mamayla besleniyordu.
Bunlardan mı, başka sıkıntılardan mı bilemiyorum,son günlerde sürekli inliyordu. O sesi duyup da bir şeyler yapmadan oturmanız mümkün değil. Bu durumu doktorlardan bazıları “normal” karşılıyordu. Bizim “En azından ağrısını dindirmek veya hafifletmek için bir şeyler yapamaz mısınız” tarzındaki serzenişlerimize, “Beyefendi size kaç kere söyleyeceğiz, hastanızın bilinci kapalı. Ağrı kesici yapsak da bunun ona bir faydası olmaz. Çünkü hiçbir şey hissetmiyor. Aslında bu tür hastaları evine gönderiyoruz…” karşılığını alıyorduk. Buna rağmen üstelemek ve söylene söylene de olsa bir şeyler yapmalarıını sağlamak zorunda kalıyorduk.
Cumartesi gecesi aramızda yine böyle bir konuşmanın geçtiği genç bayan doktorun en son kurduğu cümle karşısında heykel gibi donup kaldım. Hiçbir şey diyemedim. Onu mu, ona bu anlayışı verenleri mi, yetişme tarzını mı, aldığı eğitimi mi, neyi/kimi suçlamam gerektiğine karar veremedim. Arkasını dönüp giderken şu cümle döküldü o genç doktor kızımızın ağzından: “Aslında bu tür hastaların acısını dindirip bu süreci uzatmak da doğru değil ya, neyse!…”
Hastahane sürecinde karşılaştığımız bu ve benzeri tavırlara kamu hizmeti veren bütün kurum ve kuruluşlarda rastlamak mümkün. Oysa mahkeme kadıya mülk değil. Oralarda görev yapanlara, halka “hizmet etmek” için para aldıklarını öğretmenin yolu okuldan mı, sokaktan mı, siyasetten mi, camiden mi geçer, bilemem. Ama birileri birşeyler yapmalı…
Milli Gazete – 6 Şubat 2010