Annemin amansız rahatsızlığı dolayısıyla ister istemez içli-dışlı olduğumuz hastahaneler ve doktorlar hakkında ne zamandır yazmayı düşünüyordum. Kısmet bugüneymiş. Bu yazıyı bir “şikâyetlenme” ya da “derdini paylaşma”dan çok, bir “görev”i yerine getirme anlayışı içinde kaleme alıyorum. Bu mesele bu ülkede “kangren” olmuş da haberimiz yokmuş!
Aslında bu süreçte ailece yaşamakta olduğumuz problemleri ayrıntılı olarak anlatmak için bir köşe yazısı kifayet etmez. Ben yine de özetleyerek aktarmaya çalışayım.
Annemin kafasında (beynin arka tarafında) bir kitle olduğu teşhisi bundan 6 ay kadar önce Ankara’daki eski ve köklü bir hastane tarafından konmuştu. O süreçte önümüze “ya kırk katır, ya kırk satır” kabilinden iki seçenek koydular: “Annenizin mutlaka ameliyat olması gerekiyor. Ama yaşlı olduğu ve –tansiyon, kolesterol… gibi– başka rahatsızlıkları bulunduğu için ameliyattan çok fazla bir beklenti içine girmeyin. Hatta belki anesteziden uyanamayabilir. Ameliyat çok riskli. Yüzde yüz başarılı geçse bile, bu, hastanızın iyileşeceği anlamına gelmez. Zira çeşitli komplikasyonlar olabilir. Sonuçta operasyon yapılacak olan yer beyin bölgesi.”
Ameliyatın başarılı geçmesi halinde bile sizi, körlük, sakatlık yada benzeri başka bir sakatlıkla malul hale gelmiş bir hasta ile evinize göndereceklerini söyleyen bu tavır karşısında siz olsanız ne yaparsınız? Valideyi alıp eve geldik çaresiz. Belki o zaman bize bir kemoterapi, radyoterapi vb. önerselerdi hastalığın seyri farklı olacaktı?
Aradan geçen birkaç ayı atlıyorum. Kısmetse başka zaman yazarım.
Nihayet iki buçuk ay kadar önce yine Ankara’da kanser tedavisiyle ünlü bir başka hastaneye başvurduk. Artık hayli ilerlemiş olan kitlenin oluşturduğu ödemi dağıtıp en azından biraz rahatlamasını sağlamak üzere anneme 10 günlük bir radyoterapi öngördüler. Yürüyemediği için her seferinde bin bir sıkıntıyla gelen ambulanslarla götürüp getirmekten başka çaremiz yoktu. 5 gün kadar böyle idare ettik. Hastahaneye giderken birinci kattaki evden alıp merdivenleri indirmek, hastahane dönüşü de aynı merdivenleri çıkartmak tam bir işkence oluyordu. Ama sıkıntımız bu değildi.
Bu hastahanedeki bir kısım hastahane görevlileri, evrak memurları ve doktorlarla iletişim kurmanız adeta imkân dışı. Öyle bir davranış tarzı geliştirmişler ki, sanırsınız hastane onların babalarının mülkü ve siz onların mülkünde onların hoşgörüsü sayesinde bulunuyorsunuz. Eğer orada problemsiz biçimde işlerinizi yürütmek istiyorsanız, evrak memurunun, hemşirelerin ve doktorların –elbette yine “bir kısmının”– size buyurgan, mesafeli hatta azarlar bir edayla, kısa, kesin ve diyaloğa kesinlikle kapalı bir tarzda yönelttikleri talimatları harfiyen yerine getirmek zorundasınız. İnanmazsınız belki ama bir kısım hastabakıcılar için bile bu böyle.
Yanılıp da fikrinizi söylemeye, onların aklına gelmeyen bir seçenekten söz etmeye ya da unuttukları bir hususu hatırlatmaya kalkarsanız, hayatınızın hatasını yapmış olursunuz. Siz onlardan iyi mi bileceksiniz? Sizin onlara bir fikir beyan etmeniz, dikkatlerinden kaçmış bir noktayı hatırlatmanız kesinlikle mümkün değil… Böyle durumlarda karşılaşacağınız en hafif tavır, “Beyefendi, çıkar mısınız!” oluyor. Biraz daha karşılık verirseniz “Güvenliği çağırın” geliyor…
Milli Gazete – 1 Şubat 2010