Geçen Pazar günü son kısmını zikrettiğim okuyucu sorusunun cevabına eklenmesini uygun gördüğüm birkaç husus var:
Günümüzde “Hangi Ehl-i Sünnet?” sorusu daha ziyade şu bağlamlarda gündeme geliyor:
- Kendisini “Selefî” olarak niteleyen kardeşlerimizin bir kısmının, münhasıran “haberî sıfatlar” konusundaki kabulün belirlenmesinde öne çıkardığı tutum
- Yine aynı çevrelerle Ehl-i Tasavvuf arasında rabıta, tevessül gibi konularda yaşanan ayrışma.
Tarihte yaşananları tarihe bırakarak konuşursak, ağırlıklı olarak bu iki başlık altına giren meselelerde yaşanan ihtilaf, günümüzde “gerçek Ehl-i Sünnet”in kim olduğu sorusunun cevabını da şekillendiriyor. Herkes/im bu soruya, bu ihtilaflarda yer aldığı cepheye göre cevap veriyor.
Oysa meseleye şöyle bakmak, bu ihtilafın ortadan kaldırılmasında ya da en azından asgariye indirilmesinde sonuç getirici olabilir:
Madem ki Kur’an ve Sünnet’i dinin iki temel kaynağı olarak kabul ediyoruz; madem ki Kur’an ve Sünnet nasslarının anlaşılmasında aynı Usul-i Fıkıh sistemini benimsiyoruz; madem ki Mu’tezile, Şia, Modernistler gibi ehl-i bid’at karşısında aynı mevkide konumlanıyoruz; madem ki temel itikadî umdeler üzerinde ittifak halindeyiz; madem ki aramızdaki ittifak konuları ihtilaf konularından daha fazla, öyleyse bir araya gelip konuşmamız için hayli önemli sebep ve hayli elverişli bir zemin var.
Birbirimizle uzaktan atışmayı bırakıp, bir araya gelmeyi deneyelim. Bir araya geldiğimizde önce ittifaklarımızı konuşup, kalplerimiz arasında ülfet oluşmasını temin edelim. Bunun ilk adımı, kim kimi tekfir ediyorsa önce bundan vaz geçmesidir. Bu ilk adımı atabilirsek şunu göreceğiz: Her şeyden önce niyetlerimiz halis. İkinci olarak “karşı taraf”ın her söylediğini yanlış/batıl olarak kabul etmek zorunda değiliz. Hatta üzerinde tartıştığımız meselelerde bile her noktada farklı düşünüyor değiliz. Rabıta’nın “örnek alma” maksatlı bir iç disiplin sağlama aracı olarak kullanıldığını/kullanılması gerektiğini ve Kur’an ve Sünnet’le sabit kat’î farzlar derecesinde bir uygulama olmadığını, yahut tevessülün bazı çeşitlerine İbn Teymiyye’nin veya bağlılarının da itiraz etmediğini, haberî sıfatları tevil edenlerin onların aslını inkâr etmediğini, tevil etmeyenlerin de Kur’an ve Sünnet’e aykırı hareket etmeme hassasiyetiyle davrandığını niçin görmezden gelelim ki! Bunları düşünerek birbirimiz hakkındaki düşünce ve ithamları pekala nefsimizde gözden geçirebilir ve “karşı taraf”ın da tamamen haksız veya batılda olmadığını fark edebiliriz. Böyle bakmak, bir araya gelmemizi de kolaylaştıracaktır.
Biz ne yapıyoruz? Ya hiç bir araya gelmiyoruz, ya da bir araya geldiğimizde tartışmak için, karşımızdakinin “putunu kırmak” için silahlarımızı kuşanmış olarak üzere hareket ediyoruz.
Şuna karar verelim: Karşımızdaki kitle kâfir mi, mü’min mi? Kâfir deniyorsa bu bizzat Ehl-i Sünnet’in genel kabullerine aykırı düşer. Ehl-i Sünnet’e göre kimlerin hangi durumlarda tekfir edileceği konusunu bu köşede daha önce pek çok kere ele aldığım için burada bunları tekrar etmeyeceğim.[1]www.ebubekirsifil.com adresindeki arama motoruna “tekfir” yazıp aratılırsa ilgili yazılara kolayca ulaşılır.
Ama “mü’min” deniyorsa, o zaman yukarıdan beri yazdıklarım üzerinde tekrar düşünülmelidir. En başta da aramızda mevcut olan “iman kardeşliği” dışında, bir de Ehl-i Sünnet’e dahil olmanın oluşturduğu bağ var demektir. Bu bağın somut yansımalarını görmek için İmam Ebû Hanîfe’nin eserlerini, o eserlerdeki tavrı mutlaka çok iyi görmek ve içselleştirmek durumundayız.
Bu elbette kolay değil. Yılların, hatta yüzyılların biriktirdiği önyargılar, yaşanmış müessif hadiseler ve nesilden nesile nakledilegelen bir birikim var. Bunları aşmak ve bir zeminde buluşmak elbette zor. Ama yine de herkes kabul eder ki, ortak hassasiyetlerimiz, kabullerimiz, problemlerimiz ihtilaflarımızdan fazla.
Bir araya geldiğimizde ne yapacağız, nereden başlayacağız?
İttifaklarımızı, mesela üzerinde ittifak ettiğimiz alimleri, eserleri, olayları konuşarak başlayabiliriz. Bunların konuşulduğu, müzakere edildiği etkinlikler düzenleyip birbirimizi davet edebiliriz. Hatta birbirimize sadece selam verip çay içmek üzere gidip gelebiliriz. En az bunun kadar önemlisi, hediyeleşebiliriz…
Samimi olarak hayata geçirildiğinde bütün bunların aramızdaki buzların erimesine vesile olduğunu, kalplerimizde birbirimize karşı sıcak bir muhabbetin oluşmasına katkı sağladığını rahatlıkla görebiliriz. Yeter ki kendimize ve “karşıdakine” bu imkânı tanıyalım.
Aramızdaki ihtilaflar ne olacak? diye sorulacak olursa şöyle derim: Birbirine düşman olanların konuşarak problem çözmesi imkânsızdır; ama birbiriyle mü’minane ilişki içinde bulunanların konuşarak pek çok problemi çözmesi mümkündür. Yeter ki birbirimizden emin olalım ve aramızda bir “kardeşlik hukuku” tesis edebilelim.
Belki bu, aramızdaki ihtilaf konularının tamamının çözülmesi sonuncu doğurmayacak. Ama önemli olan bizim kardeş olduğumuzu yeniden hatırlamamız, hissetmemiz ve yaşamamız değil mi? Varsın bazı meseleler muhtelefun fih kalsın!…
Milli Gazete – 20 Ocak 2009
Kaynakça/Dipnot
↑1 | www.ebubekirsifil.com adresindeki arama motoruna “tekfir” yazıp aratılırsa ilgili yazılara kolayca ulaşılır. |
---|