Hamidullah hoca hakkında ileri sürülen iddialar üzerinde daha fazla durmak istemiyorum. Son 6 yazıda ele aldığım hususlar, bahse konu iddiaların en önemlileri arasından seçilmişti. Bunlar dışında kalanlar hakkında da elbette söylenebilecek pek çok şey var. Ancak önceki yazılarda gördüğümüz gibi, –aralarında haklılık payı bulunanların da mevcut olduğu– bu iddialar, Hamidullah’ı İslam düşmanı gibi göstermeye ve tekfir etmeye varan yaklaşıma bana göre yeterli gerekçeyi teşkil etmiyor. Bu sebeple, genel bir değerlendirme yaparak bu bahse son vereceğim.
Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen müslümanların, ilmî ve itikadî konular hakkında önyargısız davranmaya ve ince eleyip sık dokumaya her kesimden daha fazla itina göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Zira bizim ayırdedici vasıflarımızdan birisi de önyargısız davranmak, insaf ve hakkaniyet ölçülerinden zerre miktarı ayrılmamaya özen göstermektir. Elbette Hamidullah’ın, hakkında ileri sürülen iddialara zemin hazırlayıcı bir tavır içinde bulunduğunu ve kimi önemli hususlarda “şazz” bir tutum benimsediğini inkâr ediyor değilim. Bu hususu, konuyla ilgili önceki yazılarımda yeri geldikçe belirttim. Ancak bir kimseyi Ehl-i Sünnet dışı görüşleri sebebiyle “eleştirmek” ile onu “tekfir etmek” birbirinden oldukça farklı şeylerdir. “Tekfir” gibi son derece hassas ve geri dönüşü olmayan bir müesseseyi çalıştırırken alabildiğine dikkatli olmak gerektiği izahtan varestedir.
Söz gelimi Miraç mucizesini inkâr edenlerin tekfir edileceği ile ilgili iddiada –ki Hamidullah’ın Mirac’ı inkâr etmediğini daha önce görmüştük– okuyucumla aynı kanaati taşımayan büyük Ehl-i Sünnet alimleri bulunmaktadır. Son dönemin yetiştirdiği ve Hadis, Fıkıh, Akaid… gibi sahalardaki otoritesi dost-düşman herkesçe müsellem olan Muhammed Zâhid el-Kevserî merhum bunlardan biridir. “Makâlâtu’l-Kevserî”de (513, 20) Mirac’ı inkâr edenin kâfir değil, “bid’atçi” olduğunu söyler.
Elbette bununla ne Mirac’ın inkârını küçümsüyor, ne de “bid’atçiler” sınıfına girmenin tehlikesini göz ardı ediyorum. Ortaya koymaya çalıştığım husus şu: “Tekfir” müessesesini çalıştırırken, esas aldığımız durumun, tekfir edilen kişinin küfrünü mucip olduğundan ve bu noktanın “şüpheden ari” bir nitelik taşıdığından emin olmamız gerekir. Ehl-i Sünnet’in farkı buradadır. Diğer fırkaları –onların muhalifleri hakkında genellikle yaptığının aksine– toptan tekfir etmemek ve “ehl-i bid’at” olarak nitelendirmeyi tercih etmek Ehl-i Sünnet’i diğer fırkalardan ayıran temel bir tutumdur.
Her ne kadar Hamidullah’ın duruşu, Miraç konusunda değil, İsra konusunda problem arz ediyorsa da burada onun, İsra olayının kendisiyle değil, “cereyan ediş tarzı”yla ilgili kanaatinde bir problem mevcut. Biz, Kur’an’ın Mescid-i Haram’dan başlayıp Mescid-i Aksa’da son bulduğunu söylediği “İsra”nın, –ilgili hadislerden hareketle– Mekke’den Kudüs’e yapılmış bir yolculuk olduğunu söylüyoruz. Hamidullah ise o dönemde Kudüs’te bulunan (ve daha sonra mescide dönüştürülen) yapıya “el-Mescidu’l-Aksa” değil, “Mescidu’l-Aksa” dendiği görüşünü benimseyerek “İsra”nın, Mescid-i Haram’dan, semavi bir mescide (bir adı da “el-Mescidu’l-Aksa” olan Beyt-i Ma’mur’a?) yapıldığını söylüyor. Bu (benim daha önce katılmadığımı vurguladığım) tatmin edici olmaktan uzak bir tevildir ve fakat Kur’an nassıyla sabit olan İsra’yı inkâr anlamına gelmemektedir.
Netice-i kelam, Hamidullah hoca hakkında “Allah ona rahmetiyle muamele etsin ve taksiratını affetsin” ifadesini kullanmanın çok görülmemesi gerektiğini düşünüyor, bu köşenin okuyucularının Ehl-i Sünnet akidesinin muhafazası konusunda gösterdiği hassasiyetin önünde saygıyla eğiliyorum.
Milli Gazete – 9 Ocak 2003