Dinlerarası diyalog faaliyetlerinin vazgeçilmezliğini savunanlar, –daha önce de zikrettiğim gibi– dünya barışının tesisi, insan haklarına riayet, ekolojik tahribatın önlenmesi vb. hususları öne çıkarıyor ve bütün bu hususların dinler tarafından aynı/benzer tepkilerle karşılandığının altını çiziyor. Acaba aynı hassasiyetleri paylaşan mesela çevreciler, bir kısım ateistler ve komünistler, hippiler vs. ile niçin diyalog kurulmuyor? “Hılfu’l-Fudul” (“Erdemliler İttifakı” diyorlar) müşriklerin oluşturduğu bir yapı değil miydi ve Efendimiz (s.a.v) bu durumu bile bile oraya iştirak etmemiş miydi?
Sanıyorum burada dinler arasında temel müşterek noktalar bulunduğu tesbitinin belirleyiciliğini aramak gerekiyor. Eğer bu tesbit doğruysa, diyalog faaliyetlerini hangi zeminde değerlendirmemiz gerektiğini yeniden ve ciddi biçimde ele almalıyız. Diyalog çerçevesinde yapılan hemen her toplantının ardından, Müslüman tarafın, İslam’ın güzelliklerini fark etmenin heyecanını yaşayan Hristiyan, Budist vs. diyalogculardan bahsedip durması “tek taraflı” bir yönelişin ifadesi olarak mı algılanmalı? Acaba “bizim taraf”ta da diğer dinlerin ihtiva ettiği “derin hakikatler” bulunduğunu fark ederek vecde gelenler oluyor mudur?..
En modernistinden en gelenekçisine kadar geniş ve renkli bir yelpazede savunulan diyalog sürecinde gündeme getirilen “izafi mutlaklık” ve “dinsel çoğulculuk” kavramları ile Ehl-i Kitap hakkında “sert” ifadelerin yer aldığı ayetlerin tarihselliği tezi, yönelişin tek taraflı olmadığın açık seçik gösteriyor…
Şu bir gerçek ki, Efendimiz (s.a.v)’in hayatında Ehl-i Kitap ile “dinî/itikadî müştereklikler” tesbit ve tesisi anlamına gelebilecek herhangi bir yöneliş asla söz konusu olmamıştır. Bu böyle olunca, Ehl-i Kitap kategorisi dışında kalan dinlerin durumunu varın siz düşünün.
“Onlarla en güzel tarzda mücadele et” (16/en-Nahl, 125; 29/el-Ankebût, 46) emr-i ilahîsinin gereğini en güzel tarzda yerine getirdiğinde şüphe bulunmayan Efendimiz (s.a.v) ne yapmıştı da, Necran heyetini “mübahale”ye davet edecek kadar işler sarpa sarmıştı? Ebû Cehil‘in ayağına İslam‘ı tebliğ için defalarca gittiği diyalogcular tarafından sıklıkla ve iştahla dile getirilen Efendimiz (s.a.v), aynı tavrı Necran heyetine karşı göstermemişse –ki bunu Kur’an‘ın direktifi ile yaptığını biliyoruz– burada diyalogcular bakımından izahı gerçekten sıkıntılı bir durum var demektir: Ya “dinsel çoğulculuk” saçmalığını savunacak kadar işi iyice sulandırmış bulunan bir kısım diyalogcular Efendimiz (s.a.v)’den –haşa– daha geniş yürekli ve işin hakikatini daha iyi kavramış durumda, ya da bugünkü Hristiyanlar o günkülere kıyasla daha “İslamcıl”!..
Ehl-i Kitap ile ilişkilerin diyalogcuların arzu ettiği istikamette seyretmemiş olması “tarihsellik” ile açıklanacaksa, Mekke döneminde Ehl-i Kitab‘a göreceli olarak yakın duran Efendimiz (s.a.v)’in, Medine döneminde onlarla aynı kıbleye yönelmemek, kılık-kıyafette ve –”Muharrem orucu” örneğinde olduğu gibi– ibadette benzeşmemeye özel bir önem atfetmesi nasıl izah edilecektir? Bu Nebevî tavır, “Kim kendini bir kavme benzetirse, onlardandır” (Ebû Dâvûd, Ahmed b. Hanbel, et-Taberânî…) hadisi ile birlikte ele alındığında tarihsellik iddiasının ne kadar komik durduğu daha net görülecektir.
Bir yanda “hakikat”in bütün dinler tarafından –farklı formlarda da olsa– ihtiva ve temsil edildiği tezi, diğer yanda Hak ve Hakikat‘i İslam‘a özgüleyen nasslar… Nereye gidiyorsunuz?!
Milli Gazete – 15 Ağustos 2005