Modern bir durum olarak bize kendisini dayatan “diyalog” vakıası, zemin teşkil ettiği birçok oluşum dolayısıyla –hiç şüpheniz olmasın– daha uzun zaman kendisinden söz ettirecek.
Diyalog faaliyetlerini yürütenler, sürece katılışlarının gerekçesini açıklarken özetle şu hususların altını çiziyor: Dünyanın yaşadığı yeni durum, yani küreselleşme, problemlerin de küreselleşmesini getirdi. Küresel problemler insanlığın tamamını tehdit etmekte, dolayısıyla mümkün en geniş katılımlı çözüm arayışlarını zorunlu kılmaktadır. Gerisini biliyorsunuz: Terör, savaş, uyuşturucu kullanımı, ahlakî çöküntü, insan hakları ihlalleri… vs.
Buraya kadar anlaşılmayan bir şey yok. Hatta “eğer böyleyse hay hay” dememek mümkün değil. Ancak süreç ilerledikçe, tabir yerindeyse “samimiyet arttıkça” meselenin veçhesinin değişmeye başladığı görülüyor. Yavaş yavaş “müşterekler” fark ediliyor, “aykırılık”lar rendeleniyor… “Küresel tehditlere karşı işbirliği arayışı ile dinler arasında müşterek noktalar icat ve ihdası gayretleri arasında nasıl bir irtibat olabilir?” diye sormadan edemiyorsunuz…
Hakikat‘in temsili konusundaki iddiaları değerlendirirken “empati” yapmak mümkün müdür? Yani bir Müslüman, kendi inanç ve değerlerinin “hak“, diğerlerinin “batıl” olduğunu temel bir itikat ilkesi olarak benimsemişken, kendisini Yahudi veya Hristiyanlar‘ın yerine koyup, İslam‘a bir de onların zaviyesinden bakarak “hak–batıl” tasnifini gözden geçirebilir mi? Dahası, buna “evet” demenin, yukarıda zikrettiğim “masum” gerekçelere dayandığı söylenen dinlerarası diyalog faaliyetleri ile ne ilgisi vardır?
Gerçek şu ki, diyalog süreci Hristiyan teolojisiyle ilgili (gerek Hristiyanlık içi, gerekse Hristiyanlar‘ın diğer dinlere bakışı bağlamında) bazı temel konuların bazı Hristiyanlar tarafından yeniden gözden geçirilmesi sonucunu doğurmuştur. Ancak bu durum bir Müslümanın, “dinsel çoğulculuk” başlığı altında, “kendi inançlarımızın diğerlerinden üstün olduğu hususuyla ilgili dogmatik iddialarda bulunmak”tan vaz geçmeye çağarı yapmasını meşru kılar mı?
Eğer bir Müslüman, bağlandığı dinin hak olduğuna inanmışsa, bu, diğer dinlerin batıl olduğunu ikrar etmesi demektir. Eğer diğer din ve inanç sistemlerinin de hak olduğuna inanıyorsa, Kur’an, Sünnet ve İcma‘a muhalefeti dolayısıyla böyle bir iman muteber değildir.
Yahudiler‘in Tevrat‘a ve Hz. Musa (a.s)’a ve Hristiyanlar‘ın İncil‘e ve Hz. İsa (a.s)’a “rağmen” Yahudi ve Hristiyan olmaları ile Müslümanlar‘ın Kur’an ve Hz. Muhammed (s.a.v)’e iktidaen Müslüman olmaları aynı şey midir?
“İyi de, bu sizin görüşünüz; Yahudi ve Hristiyanlar böyle düşünmüyor ki. Onlar Hz. Musa ve Hz. İsa‘ya iktida ettiklerini söylüyorlar” diyebileceklere söylenmesi gereken şey şudur: Eğer Kur’an‘ın vahiy olduğuna inanıyorsanız, Kur’an onların batılda olduğunu, Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam olsun) tarafından tebliğ edilen hakikat üzere bulunmadıklarını söylüyor. Dolayısıyla burada beşer inisiyatifi ile belirlenebilecek bir alan mevcut değildir.
Nihayet burada –itiraz sadedinde– şu söylenebilir: Kur’an‘ın Yahudi ve Hristiyanlar‘la ilgili ayetleri yoruma açıktır. Bir de ilgili (muhtelif) ayetlerin delaletlerindeki tearuz dikkate alındığında, meselenin yoruma açık olduğu görülmektedir. Geçmişin tarihselliği içinde tercih edilen bir yorum şeklinin “Allah’ın muradı” olarak takdim edilmesi doğru değildir.
Yarın bu iddia üzerinde duralım.
Milli Gazete – 13 Ağustos 2005