Hadislerin Sayısı Niçin Artmış? – 2

Ebubekir Sifil2005, Gazete Yazıları, Şubat 2005

 

Bir önceki yazıyı hadislerin sıhhatinin tesbiti konusuna giriş mahiyetinde birkaç şey söyleyerek noktalamıştım. İddiayı hatırlayalım:

“Buhari’nin 600.000 hadis bildiği iddiasını ele alalım. Buhari’nin hayatında hiçbir iş yapmadığını, hiç uyumadığını ve her hadisin doğruluğunu, nakil zincirinin sağlamlığını anlamak için her hadise 2 saat ayırdığını düşünelim. Sırf bu süre 130 yıldan fazladır. Oysa bazen bir hadisin, bir zincirinin, bir halkasının sağlamlığını anlamak için günlerce seyahat edildiği iddiasını düşünürsek, Buhari’nin bildiği tüm hadislerin doğruluğunu test etmesi binlerce yıla bile sığmazdı.”

İmam el-Buhârî’nin ya da bir başka Hadis musannıfının, Hadis sahasında kendisine kadar intikal etmiş birikimi hiç dikkate almadan ya da ondan hiç istifade etmeden, sıfırdan sistem inşa ettiği varsayımından hareket eden bu tesbitin, bir “masa başı kurgusu” olduğu her halinden belli. Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi İmam el-Buhârî (ve tabii çağdaşı diğer Hadis imamları), kendilerine kadar gerek yazılı, gerekse şifahi olarak intikal etmiş birikimi, kendi gayretleriyle bir adım daha ileriye taşımış, yani binaya bir tuğla daha eklemişlerdir. Esasen bu, onlarla sınırlı bir faaliyet değildir. Onlardan öncekiler de aynı kolektif çabanın birer parçası olarak icra-i faaliyet etmişlerdir. Aksi halde İmam el-Buhârî’nin, kendisinden önce yaşamış Hadis ravilerinin ahvalinden haberdar olması nasıl mümkün olurdu?

Dönemin belli başlı ilim merkezlerinin her birinde, hayatını Hadis sahasına vakfetmiş onlarca yüzlerce alimin bitmek tükenmek bilmeyen gayretlerinin semeresinin, ilim talebi için diyar diyar gezmedikçe alim olunamayacağı şeklindeki son derece haklı yerleşik anlayış sayesinde bir bölgeden diğerine kolayca ulaştırılıyor olduğu gerçeği burada mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Kısacası, “yükselen değer”in ilim olduğu bir dönemden ve ilim talebine her şeyini adamış kadrolardan bahsediyoruz. İlimle ilgili hiçbir gelişmenin “rastgele” olmadığı, işlerin belli bir sistem ve disiplin içinde yürüdüğü o dönemde hadislerin gerçeğini sahtesinden ayrıştırma yeteneğinin “meleke” haline dönüştüğü o insanlar, aynı zamanda hafıza gücü ve ezber kapasitesinin de zirvesinde idiler. Konuyla ilgili eserlerde son derece çarpıcı anekdotlar bulunduğunu bilenler bilir.

Öyleyse İmam el-Buhârî’nin –masa başı bir hesapla– her hadisin durumunu araştırmak için şu kadar saatini verdiği üzerinden hesap yapmak son derece yanlış ve yanıltıcıdır.
“Kuran başı sonu belli bir kaynaktır. Oysa hadiste insanlar: “Bir tane duydum”, “Bir tane de şu var” diyerek hadisleri çoğaltmışlardır. Hadislerin içine çok uydurma girmesinin en büyük sebeplerinden biri hadislerin başı ve sonu belirsiz bir kaynak oluşudur.”

Konu hakkındaki koyu cehaletin değilse, su-i kastin ürünü olduğunda şüphe bulunmayan bu satırlar hakkında ne denebilir? Hangi kaynakta insanların birbirine “fıkra anlatır” gibi hadis naklettiğinin söylenmesini mümkün kılacak bir anekdot var? Hadis nakli işinin, insanların dinî/toplumsal konumuna ve encamına doğrudan tesir eden bir “risk” olduğu bir dönemde ve anlayışta, kendisini iki cihanda rüsvay olma tehlikesine atarak “Duyduğuma göre şöyle bir hadis varmış” diyen çıksa da onu ciddiye alan çıkmış mıdır? Hadislerin cem, tedvin ve tasnifi böyle mi olmuştur? Eğer böyleyse Hadis talebi uğruna ömür tüketen Hadis imamları onca meşakkat, yokluk ve sıkıntıyı ne diye göğüslemiştir?

Hadislerin başı-sonu belirsiz bir kaynak olduğu iddiasına gelince, sahibinin hayal dünyasının zifiri karanlığından başka bir şeyin ifadesi değildir. Hadislerin “çoğalması”nın ne anlama geldiğine daha önce değinmiştim. Her önlerine gelenden rivayet almak şöyle dursun, yeri geldiğinde en yakınlarını bile cerh eden Hadis otoritelerinin, konu hakkındaki hassasiyetleri, elbette bu satırların yazarının muhayyilesinin alamayacağı kadar büyüktü.

Bir noktaya daha dikkat çekelim: Tarih içinde “hadis uydurma” adına muhtelif kesimler tarafından icra-i faaliyet edildiği, bizzat konuyla ilgili kaynakların ifade ettiği bir husus. Eğer o kaynaklar nakletmeseydi, bugün bizler böyle bir olgunun varlığından haberdar olamayacaktık.

Bizzat kendileri de Hadis uydurma faaliyetine karışmışsa, bu kaynaklar kendi güvenilirliklerini berhava eden bu kozu bize kendi elleriyle niçin takdim etsinler? İşin esası şu ki, burada büyük bir özgüven, sağlam bir sistem ve berrak bir bilinç yapısı ile karşı karşıyayız. Bu gerçeği –yaşamayı bırakın– idrak etmekte bile zorlananlar, o kaynakları itham etmekle aslında kendi sığlıklarını dile getirmiş oluyor.

Manzara şu: Milyonlarca kilometrekarelik bir coğrafyada, farklı din ve kültürden insanların iç içe yaşadığı bir ortamda türlü maksatlarla hadis uyduran kimseler olmuştur. Bunlar genellikle sapık inanç mensupları, İslam’a yeni girmiş avam kesimi ve dinî şuuru yeterince gelişmemiş kimseler arasından çıkmıştır. Bunların karşısında da Hadis otoriteleri, engin takva, bilgi ve gayretleriyle görevlerini yerine getirmiş ve –özgünlük ve mükemmeliyetini bugün insaflı Batılılar’ın bile itiraf ettiği– “isnad sistemi”ni işleterek bu rivayetlerin sahih hadisler arasına karışmasını engellemişlerdir.

Bunu, Kur’an ayetlerinin birtakım batıl fırka mensupları tarafından yanlış tevillere tabi tutularak kendi inanç ve ideolojilerine gerekçe yapılmasına benzetebiliriz. Tefsir ve Kelam alimleri, doğru tefsir ve tevilleri ilmî bir şekilde ortaya koyarak bu art niyetli girişimlerin önü nasıl almışsa, Hadis alimleri de “uydurma” faaliyetlerine karşı en güçlü silah olan “isnad” sistemini çalıştırarak görevlerini yapmışlardır.
Devam edecek.

Milli Gazete – 3  Şubat 2005