Erzurum‘dan yazan Selim Aztekin kardeşim, “Hadis Tetkikleri Dergisi“nin ilk sayısında yer alan bir yazıda tanıtımı yapılan bir Doktora tezinden (Nevzat Tartı, “Hadislerin Tarihsel Boyutu“, Erzurum-2001) uzun bir alıntı yapmış ve ardından iki soru yöneltmiş. Önemli bulduğum için konuyu buraya taşımayı uygun gördüm:
Nevzat Tartı‘nın mezkûr tezini okuma imkânım olmadığı için vereceğim cevaplar sadece soruda alıntılanan kısımla sınırlı olacak. Dolayısıyla burada bu eksiklikten kaynaklanan yanlışlıklar olursa, Tartı’dan peşinen özür ve helallık dilediğimi, herhangi bir izah ve düzeltme göndermesi halinde burada seve seve yayımlayacağını bildirmiş olayım.
Soruda, mezkûr tezden alıntılanan kısım şöyle:
“Toplumu putları tanrı edinmeye karşı korumaya çalışan Rasûllullâh (a.s.), onların putlar dışındaki diğer somut varlıklara karşı dini bir tavır takınmaları ihtimaline karşı da önlemler almıştır. Hadislerdeki güneş çevresinde oluşan bazı yasakları bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Örneğin namaz kılmanın yasaklandığı vakitleri ifade eden hadislerin bu çerçevede değerlendirilmesi mümkündür. Rivayete göre Rasûllâh (a.s.), ashâbına güneş doğarken, tam tepede iken ve batarken namaz kılmalarını yasaklamıştır. Rivayetin kimi versiyonlarında, aynı vakitler içinde ölülerin defnedilmesinin de yasak olduğu ifade edilmektedir.
“İslam alimlerine göre bu yasağın gerekçesi, güneşe tapan kafirlere benzememek ve onlara muhalefet etmektir. Çünkü bazı rivayetlerde yer alan bilgilere göre güneşin doğuş ve batış anı kâfirlerin ibadet saatidir. İşte böyle bir tarihsel neden, güneşin belli hareketleri sırasında dini bir görev ifasının Rasûllâh (a.s.) tarafından yasaklanmasına neden olmuştur. Zira güneş gök cisimleri içerisinde insanı etkileme açısından önemli bir yere sahiptir. Güneşin gizemli yapısı, tarih boyunca insanların merakını celbetmiştir. Nitekim tarih içinde birçok toplum, güneşi tapınma nesnesi haline getirmiştir.
“Rasûllâh’ın yaşadığı hicaz bölgesinde, cahiliye döneminde, güneş kültü bulunup bulunmadığı konusunda bilgi yoksa da, yakın bölgelerde var olduğu yönünde bilgiler mevcuttur. Rasûllâh da bu bilgiye sahip olduğundan, ashâbını güneşe karşı dini bir saygı gösterme durumuna düşmekten sakındırmış olsa gerektir. Müslümanların güneş kültüne sapmalarını önleme yolunda benzeri bir sakındırmayı Kur’ân’da bulmak mümkündür. Allah’ın gücüne vurgu yapılan bir bağlamda gelen şu ayet buna örnektir. “Gece, gündüz, güneş ve ay Allah’ın ayetlerindendir. Eğer sadece ibadet etmek istiyorsanız, güneşe ve aya değil, onları yaratan Allah’a secde edin.”
“Bu ayette, kanaatimize göre Müslümanların ibadet konusunda yaşamaları muhtemel olan bir sapma, daha baştan önlenmek istenmektedir. Bu durum, o günkü insanlarda bu tür bir tezahürün ortaya çıkabileceğinin bir itirafı anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, Rasûllâh’ın ashabına, güneşin bazı konumlarında namaz kılmalarını yasaklaması da bu itirafı içermektedir. Dolayısıyla bu yasak, tamamen o tarihsel ortamla alakalı olmaktadır.
“Söz konusu yasağın böyle bir kaygı ile ilişkisinin kabulünden sonra, bu yasağın günümüz açısından ne ifade edeceği, önem kazanmaktadır. Bize göre günümüz müslümanlarının, herhangi bir güneş kültüne yönelip-yönelmeyecekleri konusunu tartışmak bile yersiz olacaktır. Çünkü günümüz insanı için güneş, yüzyıllar öncesinde yaşamış insanlara göre daha az gizemlidir. Dolayısıyla onun bir tapınma nesnesi olabilmesi artık söz konusu değildir. Bu durumda hadiste yasaklanan vakitlerde namaz kılma konusundaki yasağın bu gün için söz konusu olamayacağını söylememiz mümkün olacaktır.”
Bu uzun alıntıdan sonra Aztekin kardeşimin yönelttiği sorular da şöyle:
- Kerahet vakitlerinde namaz kılmayı yasaklayan hadisler yukarıdaki alıntıda iddi edildiği gibi gerçekten tarihsel mi? Ve biz bu kerahet vakitlerinde namaz kılabilir miyiz?
- Tarihsel şartlar sünneti belirleyebilir mi? Eğer belirleyebilirse hangi tür sünnetleri belirleyebilir?
Birinci sorudan başlayalım:
Namaz kılmanın yasaklandığı vakitlerin, güneşe tapanların ibadet saatleri dikkate alınarak tesbit edildiğini söyleyebilmek için, öncelikli olarak bunu açık ve kesin bir şekilde gösteren delil bulunmalıdır. Böyle bir delilin bulunmadığı ise, yukarıda alıntılanan ifadelerden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Zira müellifin konu hakkında söyledikleri, öncelikle yine kendi kurgusuna istinat etmekte, ikincil olarak da İslam alimlerinin konuyla ilgili tesbitine atıf yapılmaktadır.
Eğer Nevzat Tartı‘nın konu hakkında söyledikleri yukarıdakilerden ibaret ise burada birçok eksiklik göze çarpmaktadır.
Devam edecek.
Milli Gazete – 12 Nisan 2005