Teknolojinin geldiği nokta gerçekten ürküntü verici. “Teknolojinin geldiği nokta neresidir?” sorusuna gerçek anlamda cevap verebilenler, ancak onu üretenlerdir. Dolayısıyla yazıya giriş cümlesi, teknolojinin hangi noktalara geldiğini çok iyi bildiğimizi –en azından benim çok iyi bildiğimi– göstermese de hüküm/gerçek değişmiyor. Çünkü onunla gerçek anlamda neler yapılabileceğini –dediğim gibi– ancak onu üretenlerden başkasının bilmiyor oluşu dahi gelinen noktanın “ürküntü verici” olduğunu söylemek için fazlasıyla yeterli.
Bir video görüntüsüyle gündeme oturan Deniz Baykal olayı vesilesiyle bir okuyucudan gelen mesaj şöyle:
“Gündemdeki bir olay sebebiyle Müslümanlar da buna alet oluyor. İnternette ve çevremizdeki müslümanların video görüntülerine dayanarak hüküm verdiklerine üzülerek şahit oluyorum.
“Sual: Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde Zina isnadı için 4 şahidi şart koşmuşken ve bunun uygulamaları İslam tarihinde varken, teknolojik gelişmeler ile böyle bir vakaya ait görüntüler elde edilmiş olsa bu (resim, video vs) görüntülere dayanarak had uygulanabilir mi? Bir müslüman bireysel olarak kanaate varabilir mi? Böylesi haberlerde iftira günahına düşmemek için nasıl bir tavır sergilemelidir? Müfterinin hükmü nedir?”
Konuyu bu yönüyle tartışmak –kimsenin aklına gelmese de– bizim için gerçekten önemli.
Bir ara Sırat-ı Müstakim (veya Sebîlürreşâd?) dergisinde bir yazı okumuştum. Filme alınan bir olayın şer’an vuku bulmuş sayılıp sayılmayacağı konusunu işleyen yazıda anlam olarak şöyle deniyordu: Film hadisesi, şahitlik kurumunun yerini alabilir. Herhangi bir hadise filme kaydedildiği zaman şer’î sübut için artık şahitlere gerek kalmaz.
Gerçekten de ilk bakışta “makul” gibi görünüyor. Şahitlerin yalan söyleme ihtimali vardır, ama film yalan söylemez gibi geliyor insana. Ancak vakıa öyle midir?
Bugünün dünyasında, teknolojiyi iyi kullananlar sesleri, mekânları, görüntüleri… istedikleri gibi değiştirebiliyor, üzerlerinde istedikleri gibi oynayabiliyor. Teknolojiyi “iyi kullananlar” böyle yapabiliyorsa, onu “üretenler”in neler yapabileceğini varın siz düşünün! Bu sebeple mahkemeler bu tarz dokümanları kesin delil olarak kabul etmiyor. Önce montaj olup olmadıklarının tesbiti için ilgili kurum ve kuruluşların bilgi ve kanaatine başvuruyor.
İdeolojik angajmanlar, çıkar ilişkileri vs. bu kurum ve kuruluşların güvenilirliğinin de zaman zaman tartışma konusu yapılmasına sebep oluyor. Bu hem bizde hem de dünyada böyle. Sonuçta öyle bir karmaşayla yüzyüze kalabiliyorsunuz ki, kimin doğru kimin yalan söylediğini tesbit etmek adeta imkânsızlaşıyor!..
Dolayısıyla teknolojinin “imkân” kadar “risk” de içerdiğini unutmamak durumundayız. Bu gerçek dikkate alındığında okuyucunun sorduğu sorunun ne kadar önemli ve anlamlı olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Hiçbir ikame unsur, kalbinde Allah korkusu taşıyan, adalet sahibi, güvenilir şahitlerin şahitliğinin yerini tutmaz. Belki teknolojinin sunduğu birtakım imkânlar “yardımcı unsurlar” olarak dikkate alınabilir; ama şahitliğin yerine ikame edilemez.
Burada bu mesele vesilesiyle bir noktayı daha dikkate sunalım: İslam’ın inşa ettiği toplumda güven ve itimat esastır. Ne kadar dejenere edilmiş olursa olsun, İslam ahlakının bireyin temel harcını oluşturduğu toplumlarda istismar, haram, haksızlık, hak gasbı/hakka tecavüz modern toplumlardaki kadar yaygın ve profesyonelleşmiş değildir. Bunun imkânları ortadan kaldırılmıştır çünkü. Hayatını “madde” üzerine kurmuş bireylerin oluşturduğu toplumla, dünyanın geçiciliği ve aldatıcılığı ile burada yaşadığımız hayatın hesabının sorulacağı bir “sonsuz hayat”ın var olduğu hakikatiyle yetişen insanların oluşturduğu toplum elbette kıyaslanamaz…
Milli Gazete – 15 Mayıs 2010