Rıhle’nin 3. sayısı hakkında bir şeyler yazmak istiyordum çoktandır. Ancak İsrail’in Gazze işgali devam ederken başka bir konuda yazı yazmak içimden gelmedi. Orada mazlum bir millet tarihin gördüğü en alçakça saldırılardan birine maruzken, analar, babalar, çocuklar, yaşlılar feryat içindeyken ve bir şehir baştan başa yıkılırken farklı bir konuyu gündemime almayı vicdanıma, Rabbime izah edemem diye düşündüm. Orada kardeşlerim tarihin gördüğü en şanlı direnişlerden birini verirken hiç olmazsa yazdıklarımla onların yanında olmak istedim, başka bir şey yazmaktan ar ettim…
Soğuk bir kış günü bir dostu Bişr b. el-Hâris el-Hâfî’yi ziyaret etmek maksadıyla evine gitmişti. Onu, üzerine ince bir elbise giymiş, odanın bir köşesinde titrer halde buldu. Şaşkınlıkla karışık, “Ey Ebû Nasr, bu ne hal? Bu buz gibi soğukta herkes kat kat giyinirken sen elbiseni çıkarmışsın!” diye sordu. Aldığı cevap şuydu:
“Yoksulları hatırladım. Bu kış günü ne halde olduklarını düşündüm. Ancak onlara yardım etmek için elimden hiçbir şey gelmiyor; onlara verebileceğim hiçbir şeyim yok. Hiç olmazsa bu soğukta onların hissettiklerini hissederek/yaşadıklarını yaşayarak onlara yoldaş olayım dedim.”
Ben de o misal, Gazze işgali devam ettiği sürece Gazze’den başka bir şey yazmamak suretiyle onların yaşadıklarını kendimce paylaşmış olmak istedim… Geceden gündüz çıkaran Rabbim, zahiren “musibet” gibi görünen bu hadiseden Ümmet için hayır kapıları açsın. O “gücü her şeye yeten”dir…
Rıhle’nin 3. Sayısında Modernizm konusunu işledik. “Bilincimize musallat olan virüs” şeklinde tanımlamamız, modernizmin Müslümanlığımız üzerindeki tahribatını anlatmaya yetti mi, doğrusu emin değilim. Sadece yaşadığımız olumsuzlukların değil, aynı zamanda –ve daha fazla olarak– farkında olmadığımız birtakım arızalarımızın da kaynağı o. Öyle bir hal içindeyiz ki, Müslümanlığımızın hangi noktalarda arızalı olduğunun bile çoğu durumlarda farkında olamıyoruz. Din telakkimiz, geçmişi okuma biçimimiz, bugüne ilişkin mükellefiyetlerimiz, karşı karşıya olduğumuz tehlike ve handikaplar… Bunları konuştukça görüyor, fark ediyor ve şaşırıyoruz…
Diğer sayılarda olduğu gibi bu sayıda da dosya konusunu hem müstakil makaleler halinde işledik, hem de soruşturma formatında verdik. Bu sayıya katkıda bulunanlar arasında yurt içinden –Daru’l-Hikme kadrosu dışında– Abdurrahman Aslan, Prof. Dr. Tahsin Görgün, Murat Türker, Mustafa Armağan, Prof. Dr. Salim Öğüt, Prof. Dr. Bülent Uçar, Doç. Dr. Adnan Aslan, Dr. Serdar Demirel, Prof. Dr. Mehmet Bayraktar; yurt dışından Prof. Dr. Hasan eş-Şafiî, Dr. Misbahullah Abdülbakî el-Afgânî, Dr. Abdülkadir Hüseyin ve Dr. Ahmed Fazıl.
Bu sayının mülakatı Sri Lanka’lı ilim adamı, Katar Üniversitesi Şeriat ve İslamî Araştırmalar Fakültesi Akademik Çalışmalardan Sorumlu Dekan Yardımcısı, Prof. Dr. Dîn Muhammed Muhammed Mîrâ Sâhib. Modernizm konusunda gerçekten yetkin bir isim, üstelik son derece mütevazi bir isim. Mülakatı okuduğunuzda sanki yeryüzünün öbür ucundan birisiyle değil de, Anadolu topraklarında yetişmiş birisiyle konuşulduğu kanaati ediniyorsunuz, o kadar yakın, o kadar candan ve o kadar “bizden” biri…
Modernistler tarafından Kur’an üzerinde, Sünnet üzerinde, ilim mirasımız üzerinde ne türlü operasyonlar yapılmaya çalışıldığını, bunların kaynağını ve hedefini, iş görme biçimini ve kullandığı metotları anlamak elbette bugünün müslümanının problemidir. Ve inanın bizim meselemiz sokaktaki insanın yabancılaştırılmışlığından ziyade, kendini “Müslüman” olarak tanımlayan okumuş-yazmışların Din adına önümüze koyduğu çarpık tasavvurlardır.
Kafa karıştırıcı soru işaretlerinin ve dini, kolayca değişiveren bir “tasavvur”a indirgeyen şeyin ne olduğu sorusunu sormayı akıl edenlerimizin önemlice bir kısmı cevap olarak “bireysel sapmalar”ı işaretliyor. Şu veya bu ilahiyat profesörünün dudak uçuklatıcı “fetva”ları ya da tesbitleri, evet belki onaylanmıyor büyük kitle tarafından, ama ona bunu dedirtenin ne olduğunu sorduğunuzda cevap, “delidir, ne yapsa yeridir” kabilinden, onun bireysel şaşırmışlığına yapılan bir göndermeden ibaret oluyor büyük ölçüde.
Oysa bu topraklarda resmî olarak Tanzimat’tan bu yana, fiilî olarak ise Cumhuriyet’le birlikte İslam’ın modernizasyonu bilinçli, planlı ve çok yönlü bir operasyon olarak yürürlükte bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz “şu veya bu ilahiyat profesörü”nün, şu veya bu araştırmacının yaklaşımlarının ilk ve son olmaması ve hatta onların, meselenin “fazla öne çıkmış” bir görüntüsünden ibaret bulunması bu yüzdendir.
Modernite, sadece bizde gerçekleştirdiği dönüşüm sebebiyle değil, bütün bir İslam dünyasında, hatta bütün dünyada yol açtığı dinî, kültürel, sosyal, ekonomik, teknolojik, siyasî… sonuçlar dolayısıyla Müslümanların kalıcı gündemini oluşturmalıdır. Elbette böyle bir olgunun, bir dergi formatı içinde bütün boyutlarıyla ele alınması mümkün de değildir, doğru da. Bu sebeple Rıhle’nin bu sayısında konunun bazı veçhelerini yansıtmaya çalıştık.
Milli Gazete – 25 Ocak 2009