“Müslüman” olarak nitelendirilmeyi hak etmiş bir toplum için Fıkıh, “illet-i mucibe”dir; onun bulunduğu yerde Müslümanlık vardır, bulunmadığı yerde yoktur. İlk dönemlerdeki kullanımını itibara alarak konuşacak olursak, “itikadiyat”tan “ameliyat”a, hatta “ahlakiyat”a kadar (“zaruriyat-haciyat-tahsiniyat” bölümlemesini hatırlayalım) hayatın her alanını kuşatan yapısı Fıkh’ı herhangi bir sosyal disiplinden ayıran en temel vasıf olarak karşımıza çıkıyor. Bu şumullü yapısı ve formel bir “kurallar manzumesi”ne asla indirgenemeyecek dikey ve yatay derinliğiyle sadece Müslümanlar’a özgü bir sistemdir o.
Fıkıh herşeyden önce Alemlerin Rabbi’ne itaatin biricik vasıtası olduğu için özgündür. Bir diğer söyleyişle, seküler sosyal disiplinler, bireysel ve toplumsal hayatı karakterize etme noktasında “rıza-i ilahi-gazab-ı ilahi” boyutuna sahip olmadıkları için son tahlilde “mevcudu yasallaştırma” illetiyle malul oldukları halde, Fıkıh, herkes için her zaman, mekân ve durumda etkinliğini muhafaza eden, doğru davranışları iki dünyalı bir ödülle, yanlış davranışları da yine iki dünyalı bir cezayla karşılayan yegâne sistemdir.
Toplum hayatını düzenleme iddiasındaki “alternatif” disiplin ve yöntemler için kesinlikle söz konusu olmayan bir diğer husus da Fıkh’ın daire-i şumulüne giren unsurların birbiriyle kopmaz bir ilişki içinde bulunmasıdır. İman ile başlayan Müslümanlaşma süreci, hemen arkadan gelen ibadat ve muamelat ile ikmal edilir. Bunun bir adım sonrası ise “kemal”e götüren adap, ahlak ve takvadır. Namaz kılmak nasıl “iman edenler”in ayrılmaz bir vasfı ise, ahlakî davranış da namazın kişiye sağladığı bir meziyet olarak dikkat çeker. (29/el-Ankebût, 45)
Bu bakımdan toplumsal hayatı inşa iddiasındaki seküler sistemlerin şekillendirdiği bilinç yapısında “riya” kavramının herhangi bir karşılığı bulunmazken, namazı “dosdoğru kılan” birey, aynı zamanda fıtrî olarak ahlakî erdemlere sahip birey olarak farklılaşır.
“Bütün bunlar iyi de, Müslüman toplumlardaki bu yozlaşma neyin nesi?” sorusu bu noktada anlamlıdır ve cevabı da yazının başlığında mündemiçtir: Fıkıh, birey ve toplumu fıtrat yasaları ekseninde inşa eden bir sistem olduğu için bu sistemi oluşturan unsurların herhangi birisinin bir müdahaleye maruz kalması, kaçınılmaz olarak “çözülme”yi getirir. Hele bu müdahale, kuşatıcı bir enformatik bombardıman desteğinde ve “yukarıdan” yürütülüyorsa, birey ve toplumun kimyasının bozulmaması mümkün değildir.
“Din”i, Sosyal Bilimler’in “ilgi alanı”na sokarak kategorize etmekle ve “indirgemekle” başlayan bir süreç, dinî herhangi bir tezahürü “bastırma” politikalarıyla “tepeden” yürütülüyorsa, böyle bir yapının egemen olduğu bir örnekte toplumun imanı, namazı ve ahlakî erdemleri temel bir “varlık” meselesi olarak birbirine bağlamasını beklemek ve dahi bunun yansımalarını görmeye çalışmak beyhudedir…
Milli Gazete – 26 Haziran 2003