Fıkıh ile Din‘in birbirinden ayrı tutulması gerektiği tezini işleyen pek çok çalışmayla karşılaştık modern zamanlarda. Kimi zaman “Şeriat“, kimi zaman da “Hukuk” yerine kullanılabildiği ve “çağdaş İslam düşüncesi okumaları/yazmaları”(!) esnasında genellikle “Tasavvuf“un karşısında konumlandırıldığı gözlenen “Fıkıh“, aslında “küllî” bir etimolojik ve kavramsal çerçeveye sahiptir.
Her ne kadar Prof. Dr. Yunus Apaydın, konuyu oldukça güzel çerçevelediği yazısında meseleyi, “Kıyas-Din ilişkisi” olarak tesbit etmiş ise de (“İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi“, III, 31), aslında nassların “anlaşılması”, yani “muradullah”ın ve “murad-ı Resulillah”ın yakalanması noktasında da “fıkhî” bir çaba gösterilmiş olmakla, Fıkıh-Din ilişkisinin daha derinlerde ve ayrılmaz biçimde mevcut olduğunu söylemek gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Elbette burada kelimenin sadece sözlük anlamı değil söz konusu olan; daha dar bir çerçevede “İbadât–Muamelât–Ukubât” sahalarını düzenleyen hükümlerin bizzazure Fıkh‘ın iştigal alanını oluşturması yanında, –genellikle eş-Şâtıbî ile özdeşleştirilen, ancak ondan yüzyıllar önce ortaya konup sistemleştirilmiş bulunan– “zaruriyat–haciyat–tahsiniyat” formülasyonunu oluşturan unsurların ihtiva ettiği “her türden” hükmü kapsamına alması dolayısıyla şunu söylemek durumundayız: Din (İslam), insan hayatını bütünüyle kuşatma fonksiyonunu büyük ölçüde Fıkıh aracılığıyla yerine getirmektedir.
Meseleye sadece Fukaha‘nın, nassları hayata tatbik ameliyesi olarak bakılması halinde bile Fıkh‘ın Din‘den soyutlanması ve “feda edilebilirler” veya “azaltılabilirler” kategorisine sokulması mümkün değildir.
Zira Din‘in iki temeli olan Kur’an ve Sünnet, beşere hitap ve beşer tarafından anlaşılmayı murad etmektedir. Şu halde nassların –tafsilatı Usul kitaplarında açıklanmış olan– yapısından kaynaklanan sebepler yanında, delalet vecihlerinin farklılığı dolayısıyla Kur’an ve Sünnet‘in “anlaşılması” söz konusu olduğu anda Fıkıh‘tan söz ediliyor demektir.
Bu bakımdan Fıkıh Din‘in lazım-ı gayrı mufarıkı olarak onunla ontolojik seviyede ilişki içindedir.
Bu noktada herhangi bir kimsenin Kur’an ve Sünnet üzerinde yürüttüğü “anlama çabası”nın Fıkıh olarak tesmiye edilip edilmeyeceği sorusu akla gelebilir. Bir başka söyleyişle, geçmişlerin vardığı neticelerden farklı neticelere varmış olsa bile günümüzde herhangi bir kimsenin Kur’an ve Sünnet‘i anlamaya, onlardan hüküm çıkarmaya çalışması bizatihi bir “tefakkuh” ve “istinbat” faaliyeti olarak geçmişlerin çabası kadar değerli ve önemli değil midir? Hatta günümüzün problemleri hayli değişik ve karmaşık olmakla böylesi bir çaba “gerekli ve zorunlu” değil midir?
İşte bu sorunun cevabı, ortasında durmakta olduğumuz kavşak noktasında yönümüzü hangi istikamete çevireceğimizi belirleyen en önemli etkenlerden birisi olacaktır.
Hemen belirtelim ki bu bir “tuzak” sorudur ve cevap da bu tuzağa düşülerek, tafsilata gidilmeden “evet” ya da “hayır” şeklinde verildiğinde başka problemler sökün etmektedir.
Şu halde tafsilata gidelim ve bu noktada “olması gereken”in ne olduğunu görelim. Ama inşaallah yarın…
Milli Gazete – 11 Haziran 2005