Günümüzde bir kimse, “Madem ki fıkhî hükümlerin büyük çoğunluğu içtihad ürünüdür ve bütün müçtehidler isabetlidir, o halde ben de içtihad ederim, benim de içtihadım isabetli olur” dese ne lazım gelir?
Bediüzzaman’ın ve dönemin birçok aliminin dile getirdiği maniaları aşarak mutlak içtihad seviyesine ulaşma başarısının gösterildiğini “muhal farz” kabul ederek konuşacak olarsak, evvela Fıkıh binasının karakteri hakkındaki bu tesbitin (fıkhî hükümlerin büyük çoğunluğunun içtihadî olduğu tesbitinin) doğruyu yansıtmadığını belirtmeliyiz. Zira bizzat Kur’an ve arkasından Sünnet tarafından belirlenen alana Sahabe icmaını ve hatta Sahabe ihtilaflarını da eklediğimizde geriye sadece nev-zuhur meselelerle örf vb. üzerine bina edilmiş hükümler kalmaktadır. Burada “Sahabe ihtilafları”nı bilhassa belirtmemin sebebi, Müçtehid İmamlar’ın, Sahabe’nin ihtilaf ettiği konularda o ihtilaflı görüşlerden birisini seçmeye ve onların tamamını terk ederek yeni bir görüş ortaya koymamaya özen göstermiş olmasıdır.
Kur’an, Sünnet ve Sahabe tarafından ortaya konan bu alan, Fukaha’nın, fıkhî meselelerin 4’te 3’ünde ittifak etmesi[1]Bkz. el-Kevserî, Makâlât, 108. sonucunun ortaya çıkmasında birinci derecede belirleyici olmuştur. Fıkhî hükümlerin büyük çoğunluğunun içtihadî –dolayısıyla “değişebilir”– olduğunu söyleyenler ise bir anlamda günümüzde bu 4’te 3’lük kısmın dahi yanlışlanabilir olduğunu söylemiş olmaktadır.
Bu tutum, İslam Fıkhı’nın İslam Dini’nde ayrı bir yapı olduğunu ve devirden devire ve toplumdan topluma muhteva, form ve karakter değiştirdiğini varsaydığından Fıkh’ın ontolojik temeliyle ve Fıkh’a vücut veren unsurlarla taban tabana zıtlık arz etmektedir.
Bundan daha önemlisi, geçmişte Müçtehid İmamlar’ın içtihad ederken gözettikleri hassasiyetlerle bugün “yeni içtihad” isteyenlerin tutumu arasındaki fark. Müçtehid İmamlar içtihad ederken birinci derecede ahireti göz önünde tutuyor ve Allah ve Resulü’nün razı olacağı hükmü tesbite çalışıyordu. Onların içtihadlarını Bediüzzaman merhumun ifadesiyle “semavî” kılan buydu. Bu içtihad faaliyetinin yönü Kur’an ve Sünnet’ten (nassdan) hadiseye (olguya) doğru idi. Nass esas alınır, olgu onun teşkil ettiği zeminde değerlendirilerek hükme bağlanırdı. Sonra gelen bir müçtehid, öncekilerin içtihadları hakkında “dönemini kapatmıştır/işlerliğini kaybetmiştir” gibi bir değerlendirmede bulunmazdı. Muhal farz bulunmuş olsa dahi bunu, kendi içtihadının evvelemirde Usul ve nasslar temelinde geçerliliğini (“diğerlerini feshettiğini” değil!) ortaya koyduktan sonra belki ancak bir “yan unsur” olarak ifade ederdi.
Yeni içtihad çağrısında bulunanların yaptıklarında ise “eskilerin dönemi kapanmıştır” anlayışının başat rol oynadığında ve en az bunun kadar önemlisi şu veya bu oranda “İslam’ı çağdaş değerlere uyarlama” anlamı/kaygısı bulunduğunda şüphe yok. Dolayısıyla bu içtihad talebi yanlış bir zemin ve değerlendirme tarzı üzerine kurulu, seküler, dünyasal ve ters istikametlidir. Yani olguyu esas alarak nassı değerlendirme/yorumlama tarzında işlemektedir. Burada belirleyicilik konumunun “çağdaş değer yargıları”nda olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok.
Senedi zayıf bir rivayette Efendimiz (s.a.v)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Allah, ahiret niyeti üzerine dünyayı verir, fakat dünya niyeti üzerine ahireti vermekten kesinlikle imtina eder.”[2]İbnu’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, I, 193. Yani siz bir iş yaparken öncelikle ahiretinizi kurtarmayı hedeflerseniz, Allah Teala onun dünyevî bereket ve faydasını da size gösterir. Ama sırf dünyanızı kurtarmak maksadıyla hareket ederseniz ahirette hiçbir karşılığa ulaşamazsınız…
Esasen sırf dünyayı ve dünyalığı kurtarmak maksadıyla yapılan içtihad faaliyetinin, nihai noktada arzu edilen dünya saadetini getireceği de hayli söz götürür bir meseledir. Hz. Ali (r.a)’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “İnsanların, dünya işlerini yoluna koymak amacıyla dinlerinden terk ettikleri her nokta için Allah onların başına, düzeltmek istedikleri o işten daha zararlısını getirir.”[3]Nehcu’l-Belâğa, 423.
Milli Gazete – 3 Aralık 2007