Bizim ilk gençlik yıllarımızın en çok tanınan ve okunan isimlerinden birisiydi rahmetli Fethi Yeken. Daha çok “davetçi” kimliğiyle tanınmasına rağmen, iyi yetişmiş bir araştırmacı ve müstakim bir müslümandı.
Davetçi kimliğiyle öne çıkan bir diğer kişiyle, merhum Muhammed Gazzali ile karşılaştırıldığında, ondaki kıvam ve istikrar kendisini kolayca hissettirir. Modern değer yargılarına prim vermeyen, İslamî ilke ve değerlerin hassasiyetle muhafaza edilmesini her şeyin ütünde tutan kararlı duruşu onu farklı kılan özelliklerin başında geliyordu.
Onu, 2006’da yapılan Uluslararası Milli Görüş Sempozyumu için İstanbul’a geldiğinde görmüştüm ilk olarak. Entelektüel kişiliğiyle sırtındaki uzun siyah cübbenin ilginç bir bütünlük oluşturduğunu düşünmüştüm…
Dilimize çevrilmiş 15-20 civarında olduğunu sandığım eserlerinin ortak teması “davet.” Epeyce zamandır önüne kattığı çer-çöpü meçhul bir istikamete savuran mealcilik rüzgârının etkisiyle mükellefiyetlerini Kur’an’dan hüküm çıkarmaya endekslemiş genç nesle aslî konumunu ve misyonunu hatırlatan çok sayıda çalışması mevcut.
Bunlar arasında hangisi tavsiyeye şayandır derseniz, aralarında seçim yapmak zor olmakla birlikte, dünyevîleşme tehlikesine dikkat çeken Davet Yolunda Dökülenler’i zikredebilirim. En temelde bir davet ve hareket adamıdır o. Bu sebeple eserlerinin merkezî vurgusu “İslamî davet”tir.
Onun eserlerini okurken benim ve benden önceki kuşağın serencamını ve geldiğimiz noktadaki ilmî, fikrî, itikadî gündemi ibretle izler ve “nereden nereye!” dersiniz. Seküler hayatı merkeze alarak İslam ve onun kaynakları hakkında ipe sapa gelmez yorumlar yapmanın hayli prim topladığı bir zaman diliminde o, hayatın merkezine İslam’ı ve onun kaynaklarını koymanın izzetini hakkıyla temsil etmişti.
Lübnan’daki mücadelesinin de ayrı bir hususiyeti ve farklılığı vardır. Kendisi Ehl-i Sünnet’e son derece bağlı bir lider iken Lübnan’da Hizbullah’la birlikte hareket etmişti. Bunun calib-i dikkat bir tutum olduğu görülmeli.
ABD, AB ve İsrail’in, Lübnan’ı etnik köken ve mezhep temelli yapılanmalar ekseninde parçalamak istediği gün gibi ortadayken aklı başında kimselerin başka türlü davranması elbette söz konusu olamaz. O da bu sorumluluğun gereğini yapmış ve Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki ihtilafları küçümsememiş, yok saymamış, ama Lübnan’daki önceliklerin önüne geçmesini de doğru bulmamıştı.
ABD ve AB’nin İran’la anlaşmazlıkları konusunda İran’ın yanında yer alması da aynı hassasiyetin ürünü ve gereğiydi. Zira Batı’nın İran’a bakışının, genelde İslam ve Müslümanlar hakkındaki çarpık bakış açısının bir yansıması olduğunu düşünüyordu…
Türkiye’ye ayrı bir muhabbeti ve ilgisi vardı merhum Yeken’in. Osmanlı’nın varislerinin Avrupa Birliği’nin kapısında içeri alınmak için beklemesini içine hiç sindirememişti. Bunu bir “zillet” olarak görüyor ve “Türkiye, bir zamanlar kapısında dilenenlerin kapısında dilenmemeli” diyordu.
Ünlü “kayıp trilyon” davasındaki tavrı ve onurlu duruşu da hafızalardan hiçbir zaman silinmeyecektir.
Son derece hareketli bir ortamda yaşamanın getirdiği kaçınılmazlıkla hareketli bir hayat yaşamış, ancak ilmî ve fikrî hayattan hiçbir zaman kopmamış bir mütefekkirdi.
Mekânı cennet olsun.
Milli Gazete – 22 Haziran 2009