1980’li yılların başıydı. Üniversite tahsili için geldiğim ve bir daha ayrılamayacağım Ankara’lı yılların başlangıcı.. Yoğun okumaların yanında, kimseye göstermeden şiir denemeleri yapıyorum. Neredeyse bir defter dolusu şiir birikmiş…
Ankara’daki bir vakıfta (hangisi olduğunu hatırlamıyorum) Erdem Beyazıt’ın haftanın belli bir akşamı katıldığı bir program olduğunu söyledi arkadaşlar. Belki şiirlerimizi gösterme imkânı da buluruz diyerek o akşam çekine sıkıla o vakfa gittik.
Ona göstermeye karar verdiğim şiirleri temize çektim, ufak-tefek rötüşlar yaptım, randevu saatinde bulunduğu yere gittik.
Yaşlı-başlı, son derece mütevazi ve nazik bir şairle konuşuyor olmanın üzerimize yaydığı rahatlık bile şiirlerimi kendisine gösterirken duyduğum heyecanı ve gerginliği engelleyememişti…
Şiirlerden bir-ikisini dikkatle okuduktan sonra başını kaldırıp yüzüme dikkatle baktı ve “Nerede yazıyorsunuz?” diye sordu. Ben, arkasının nasıl geleceğini kestiremediğim bu soru karşısında şaşırmıştım. “Hiçbir yerde” dedim, “kendi kendime yazıyorum bunları.” Biraz şaşkın, biraz babacan ve sitemle karışık hafif dozda bir kızgınlıkla “Niçin?” dedi, “bu şiirler mutlaka yayımlanmalı!”
Tekrar ve daha çok şiirle görüşmek üzere randevulaşıp ayrıldık.
İkinci buluşmamızda “eskiden tanışıyor” ve şiirleri beğenilmiş olmanın rahatlık ve özgüveni vardı üstümde. Vakit geçirmeden şiir faslına intikal ettik. Yine benim için hayatî önemdeki beğeni cümleleri ve cesaretlendirici teşvikleri eşliğinde şiirlerim arasından bir demet seçti. Muhterem Alim Kahraman’a yazdığı bir mektup eşliğinde Mavera’da yayımlanmak üzere İstanbul’a gönderdiğim o şiirler yayımlanmaya başladığında hissettiğim heyecan “köprüyü geçmiş olma” duygusu ve en önemlisi de Mavera ailesine –okuyucu iken– yazar/şair olarak katılmış olmanın verdiği coşku unutulacak gibi değil. İlk şiirim yayımlandıktan sonra aldığım telif ücreti de öyle.
Muhterem Alim Kahraman ağabey o süreçte İstanbul’dan yazdığı mektuplarla beni yönlendiriyor, şiirde daha iyisini nasıl yapabileceğim konusunda altın değerinde tavsiyelerde bulunuyordu. Onun katkılarını da hiç unutamam…
Ondan sonra Mavera İstanbul’a taşınana kadar derginin Sakarya caddesindeki idarehanesinin müdavimlerinden biri oldum. Rahmetli Cahit Zarifoğlu’nu, Rasim ağabeyi ve daha nice isimleri orada tanıdım. Maveranın o dönemde ne büyük işler yaptığını şimdilerde daha bir net görüyoruz…
Sonra milletvekili olduğunda bir-iki defa görüşmüştük. Yeni sıfatı Erdem ağabeyin kişiliğine en küçük bir tesirde bulunmamıştı. Aynı tevazu ve içtenlikle odasına kabul etmişti bizi. Hatta niçin ANAP’tan milletvekili olduğunu tartışmıştık hafif yollu… O ne geniş bir yürekti öyle…
Evet…”Yedi Güzel Adam”dan biri daha ayrıldı aramızdan.
“İnancına sahip olmak İnsan olmanın şartı Kölelikler içinde en onulmaz kölelikHayatın ölümcül yanına
Takılıp kalmak değil mi?”
Rabbim rahmetini eksik etmesin üzerinden.
Milli Gazete – 7 Temmuz 2008