Bugün üzerinde duracağımız husus, Ehl-i Sünnet’e niçin “Ehl-i Sünnet” dendiği… “Bid’at/sonradan ortaya çıkan” fırkaların –ki bu oldukça isabetli bir nitelemedir– temel karakterlerine baktığımızda, Sünnet konusunda her birinde farklı şekilde tezahür eden bir “arıza” bulunduğunu tesbit etmek zor değildir. Kısaca detaylandıralım:
Havariç: “Hüküm ancak Allah’ındır” sloganıyla ortaya çıkan bu kitlenin önemlice bir kısmı, 6/el-En’âm, 57; 12/Yûsuf, 4, 67 ayetlerinde geçen bu cümleden hareketle “Hakem olayı”na karışan herkesi tekfir ederken, herhangi bir meselede birisinin hakem kılınmasının meşruiyetine delalet eden Sünnet’i göz ardı etmişti. Hatta aynı noktaya delalet eden Kur’an ayetlerini de öyle. Bu sebeple Hz. Ali (r.a) tarafından kendilerine “tahkim”in (hakem tayin etmenin) meşruiyetini gösteren Sünnet delili (Hz. Peygamber (s.a.v)’in Bunû Kureyza Yahudileri’ne nasıl muamele edileceği konusunda –Yahudiler’in tahkim talebi üzerine– Sa’d b. Mu’âz (r.a)’ı tayin etmesi) gösterilince pek çoğu tevbe edip Hz. Ali (r.a)’in saflarına intikal etmiştir. (Burada Hz. Ali (r.a)’nin, İbn Abbas (r.a)’ı Haricîler’le münazaraya gönderirken onlara Sünnet’ten delil getirmesi tavsiyesini bir kere daha hatırlamanın tam sırasıdır.)
Öte yandan “tahkim”i küfür ve bu olaya karışan herkesi kâfir olarak gören Haricîler, onlar kanalıyla gelen haberlere (hadislere) de itimat edilemeyeceği zorunlu sonucuna vardılar. Dolayısıyla baştan düştükleri Sünnet’i göz ardı etme hatası, işin sonunda daha da katmerli bir hale dönüşmüş oldu.
Mu’tezile: Haber-i vahidlere (ravi adedi bakımından mütevatir seviyesine ulaşamamış olan hadislere) güvenilemeyeceği ve bunların Din’de kaynak/delil olamayacağı kanaatiyle Sünnet’in önemli bir yekûnunu iskat ve en az bunun kadar önemlisi, senedi ne kadar sağlam, ravi adedi ne kadar fazla olursa olsun, akla aykırı buldukları pek çok rivayeti reddetmiş olan Mu’tezile’nin bu tutumunun da Sünnet nokta-i nazarından “problemli” olduğu açıktır.
Şia: İtimada ve kabule şayan olan rivayetleri, sadece kendilerince makbul olan raviler silsilesine inhisar ettiren Şia’nın durumu da son tahlilde diğerleriyle aynı kapıya çıkmaktadır.
Benzer arızalar diğer fırkalar için de söz konusudur.
Bu kısa izahat ortaya kıymaktadır ki, bid’at fırkaların tamamının ortak yanı Sünnet’i şu veya bu şekilde/oranda göz ardı etmeleridir. Ya da bir başka şekilde söylersek, bid’at fırkalara vücut veren en temel olgulardan birisi, Sünnet konusunda problemli bir tutuma sahip olmalarıdır.
Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’den ve Sahabe’den tevarüs edilen duruşa aykırılık arz eden çizgileri bakımından onları “bid’at fırka” diye nitelendirmenin anlaşılmaz bir yanı olmadığı gibi, onların tutumu karşısında Sünnet’e bağlılığın gereğini ortaya koyan çizgiye “Ehl-i Sünnet” denmesinde de yadırganacak bir taraf yoktur.
Her ne hal ise, Ehl-i Sünnet’i “fırkalardan bir fırka” olarak görenler, Son Din’in, yüzyıllar boyunca sübjektif, tartışmalı, hatta “hatalı” bir yorumunun Ümmet’in kahir ekseriyetinin din anlayışını belirleyen biricik unsur olarak yaşadığını, yani İslam’ın “doğru yorumunun” (o her ne ise?!) aslında hiçbir zaman var olmadığını söylediklerinin ve dahi bunu söylemekle kendilerinin de bid’at bir yönelişe yelken açtığının farkında olmuyorlar. Bunun kişiyi götüreceği yer neresi olabilir sizce?
Milli Gazete – 11 Eylül 2006