“Fırkalar içinde bir fırka”dan mı, yoksa müsemmanın isimden önce var olması durumundan mı bahsetmemiz gerektiği sorusunu cevaplamadan Ehl-i Sünnet üzerine yapılacak tahlil ve değerlendirmeler hep önemli bir eksiklik ile malul bulunacaktır.
Ehl-i Sünnet’in “fırkalar içinde bir fırka” olduğunu söylemek, ancak tarihî durumu önyargılı okumakla mümkündür. Söz gelimi şu doğrultudaki tesbitler böyle bir okumanın ürünüdür: Önce Şia ve Haricîlik tarih sahnesine çıktı; bunları Cebriye, Mu’tezile… izledi. Bunların sebebiyet verdiği kargaşa ortamı içinde toplumun birlik-bütünlüğünü sağlama temel gayesiyle hareket eden bir başka akım daha zuhur etti ki, kendisine Ehl-i Sünnet diyen bu grubun temel karakteri “mevcudu meşrulaştırma” anlayışıydı…
Bu tür bir okuma biçiminin “önyargılı” olarak tavsifi şuraya dayanmaktadır: Eğer bu fırkaların oluşum ve gelişim dönemlerinde Ümmet bu fırkalardan ibaret idiyse –ki Ehl-i Sünnet’in sonradan ortaya çıkmış “tepkisel” bir fırka olduğu tezi bu tesbite dayanmaktadır–, bu fırkalardan hangisinin söylemleri Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sahabe’ye aktardığı İslam olarak değerlendirilmelidir? sorusunun ikna edici ve sahici bir cevabı yoktur!
Şu bir gerçek ki, bu fırkaların “kurgulayıp” savunduğu modellerin her biri aslında birer “din anlayışı”dır ve bunların birbiriyle bağdaşması mümkün değildir.
Daha önce de değişik vesilelerle vurgulamaya çalışmıştım: Bütün bu fırkaların, söylemlerini Kur’an ayetleri üzerine inşa etmiş olması son derece önemli bir noktadır. Sünnet’ten tecrit edilmiş bir Kur’an anlayışının toplumu nerelere götüreceği ve ortaya kaç türlü farklı “İslam”ın çıkmasına müncer olacağı bu noktaya dikkat edilerek görülebilir.
Acaba Sahabe ve onların yetiştirdiği Tabiun bütün bu değişik “İslam” telakkileri karşısında nasıl bir pozisyon almıştı? Tefsir’in, Hadis’in Fıkh’ın, kısacası İslamî ilimlerin Sahabe’den Tabiun’a, onlardan Etbau’t-Tabiîn’e hoca-talebe ilişkisi içinde aktarıldığını biliyoruz. Bu meyanda “itikad”ın ihmal edilmiş olduğu söylenemeyeceğine göre, Sahabe ve Tabiun’un bu sahada da belirgin bir tavrının, çizgisinin, etkisinin var olduğunu kabul etmek durumundayız.
Mekke ve Medine’yi merkez kabul edip parantez içine alacak olursak, el-Kevserî’nin tesbitine göre Irak –bilhassa Kûfe– bölgesinde tavattun etmiş olan 1500’ü aşkın, es-Süyûtî’nin tesbitine göre Mısır’da tavattun etmiş bulunan 300’ü aşkın sahabenin ve onların yetiştirdiği binlerce alim tabiinin işbu fırkaların görüş ve iddiaları karşısında “derin bir sessizliğe” gömüldüğünü söylemeyeceksek, ne demeliyiz?
Şu halde manzarayı doğru okumak adına şunu söylemeliyiz: Hz. Peygamber (s.a.v), peygamberlik görevini şüphesiz hakkıyla yerine getirmiş ve İslam’ı itikat, amel, ahlak cihetleriyle, zahir ve batınıyla bir bütün olarak Sahabe’de tecessüm ettirmişti. Sahabe de –bilhassa alim sahabîler vasıtasıyla– bu Din’in bir “varlık şuuru” olarak kendisinden sonraki nesle eksiksiz bir şekilde intikal ettirmiştir.
Devam edecek.
Milli Gazete – 9 Eylül 2006